14 Eylül 2011 Çarşamba

iyi ki varsın...

       
nasıl bi güven duygusu ki bu; hayatı boyunca gerek sistem gerekse dünya tarafından hızlı bir bireyselleşmeye itilen insan, kendinden başka birine umarsızca güvenip, sırtını yaslayabiliyor. ya da senin düşünemediğini düşünerek senin yarım iken bütün olmanı sağlayıveriyor...

gözlerin gördüğünden fazlasını görebilen... inatla ağızdan çıkan "iyiyim ki ben" sözcüklerinin yabancılara yönelik bir maske ama içten içe bir nida olduğunu tek bakışıyla anlatabilen...

bunu diyebilen birini bulmak hem sanıldığından kolay, hem de sanıldığından çok daha zor.. çünkü insanların yüzlerine bakarken odaklanmamız gereken şeyler, ne yazık ki biz farkında olmadan yanlış yönde evrildi.

ve yine biz fark etmeden o kadar uzağa düştük ki, temelde "güven" aramak  çocuksu(!) bi hayal olarak kaldı bazılarının gözünde.. "güven" ise içi  bomboş bi sosyal etki anlayışıyla dolduruldu.

sanırım bugünlerde ikisi de pek bi eş değer...

işte tam da böyle düşünürken, göz göze geldiğinde yüzünden çok başka şeyleri görebildiğini hissediyorsan; aslında birazcık da içine baktığını hissediyorsan ama itiraf edemiyorsan, emin ol yalnız değilsin.. bu tek taraflı olamayacak kadar güzel bir şey çünkü... tam bunu düşünürken meraklı bir göz de o anda tüm çıplaklığıyla içini görebilmesinin heyecanını yaşıyor.

mutlu ol... gözlerine baktığında bunları hissettiğin insan fark etmeden senin hayatının bi yerine çoktan kayıtlandı.

ister sevgili, ister en yakın arkadaş olarak...

16 Ağustos 2011 Salı

ışık

     uzun süredir yeni yazı yazmıyormuşum. ordaki "mış" tam da da türkçe kitaplarında bahsedilen rivayet edilen zamana ait olan ek...

     ve malum bir şey çok kişi tarafından söylenirse kesin doğrudur!

     kaleme dokunduğumda bahaneler uydurup, geri bırakıyorsam, iki cümle yazmaktansa yapabilecek bir çok şey bulabiliyorsam; yanlış zaman demektir.

      yanlış zaman, yanlış an... en azından benim için.

     zaman zaman 2 cümle geçiverir aklımdan, ne kadar inkar etsem de yavaş yavaş farketmeye ve kabullenmeye başladığım gerçek "mükemmeliyetçilik". otokontrol durumda olduğu için zorlanmadan devreye girer.."olmadı en iyisi vazgeç"  tıpkı her seferinde mükemmel diye bir şey yoktur dediği gibi. bu cümleden varmam gereken nokta ikisinin de gerçeği yansıtmadığı gerçeği midir?
      bilemedim...

     neden ararken yazmak için, konuşmak için, bir çok şeye başlamak için, olmuyor dediklerimiz için, çevremizdekiler için... kendinden daha çok düşündüklerin için... bulamadığın ya da bulduğunu sandığın işe yaramayan nedenlerin için; derinlerde başladığın yola daha derinde olduğu farkederek devam ettiğin ve tekrar düşünmek zorunda olduğun gerçeğiyle yüzleştiğinde..aradığın gibi... yeniden ve yine... minik bir ışık, bir ışık daha...

    ışıklara tutunursun, tutunduğun her ışık, kibrit çöpünden; har'lı bir hıdrallez ateşine döndüğünde içinde o çoşkuyu yaşarsın. taa en derinde... bir yandan da biteceği korkusunu taşıyarak içinde...

    hep merak ederim aslında insanlar güzel şeylerin bitebileceğine dair, korkular ya da kaygılar yaşamazlar mı; minicik de olsa kuytuda, pusuda, derinde... 

     gökyüzüne bakıp yalnız mıyım diye düşünür dururdum. ne kadar çok sorguladığıma kızardım bi yandan da... kendimi, çevremi, her şeyi... sonra öğrendim ki yalnız değilim... 

      bir çok insan benzer korkuları yaşarmış.tek farkımız insanlar üçe ayrılırmış;

     ne yazık ki bu gerçeğin farkında olanlar, arada farkına varıp yok sayanlar geri geldiğinde ise başa çıkamayanlar, aslına hiç farkına varmayıp " hepimiz bir toz bulutuyuz " diyenler. toz bulutları... sizi de seviyorum... omo kıvamındaki " farkındalık güzeldir " dedirtiyorsunuz bana.

     neyse sönen ışıkların arkasından, yaşanılan kararsız günlerin ardından, ışığın temelini ve kaynağını öğrenmenin gereğine vardım. temelde olabilecek hataları düzenlemeden ve dolayısıyla düzeltmeden yola devam etmenin gereksizliği ve zorluğundan olsa gerek.

     edindiklerimle yeni bir ışık yarattım kendimce; avucumun içinde tüm nefeslerden, tüm gözlerden sakınıyorum onu...bir gözün nerelere uzanabileceğini gördüm çünkü ben..

    tek istediğim gittikçe parlayan "ışığının" sönmemesi...yavaş yavaş ateşinin azalabileceğini ama körüklendikçe kimsenin onu durduramayacağını öğrenmesi ve farkedilenleri farkedebilir duruma gelmesi...


27 Temmuz 2011 Çarşamba

bahçede


"damla kendini tamamlayınca damlar

günlerin gecelere bağlanışında bir
gecelerin günlere uzanışında iki,
birikmemi tamamlanmaktan korkuyorum şöyle ki:

önce bir şeyler yitiyorum, somut şeyler,
çakmak, tarak, kalem, çanta, para gibi
önemsiz şeyler.
alışkanlığım tükenmiyor
biriktirmeyi sürdürüyorum gene,
biçimler, renkler, şişeler eskiler.
unuttuklarımı saymıyorum çünkü unutmuyorum.
azala azala yitmekten
bir de  bütünlenmekten ötede
hüzünlü bir gecikme içine dalıyorum
yalnız başıma
özel yoluma sapıyorum...
seziyorum,
birileri özenle bana bakıyor.


uykum kaçıyor, ne iyi diyorum,
somut şeyler karışıyor yaşantıma.
elimi kesiyorum, kan akıyor,
gizliden gizliye seviniyorum.
öyle yalanlar saklanıyor ki gözlerime
canım acıyor,
deliriyorum;
seviyorum neden sonra anlıyorlar
acı acı seviniyorum.

gözüme ilişiyor, kulağıma ilişiyor,
görmemezliğe geliyorum,
duymamazlığa geliyorum,
düşünmüyorum, öteye itiyorum
damlamıyorum.
..."

                                                                                     Ö.A

1 Temmuz 2011 Cuma

rüzgar

Bazıları hep konuşmayı seçtiler.Hep anlattılar.
Anlatmak kolay geldi çünkü onlara.
Hep anlatılan zamanlarda, farklı bir insan oluveririm ben. Susarım, farketmeden zırhıma bürünüveririm. İsteyerek yapmam halbuki.
Savunma gibi bir şey sanırım bu.
Korkum ne karşımdakilerin büyük cüsselerinden,
Ne de avuçlarını kaplayabilecek olan kalplerinden...
Korkum zihnin gücünden, unutmazlığından;
En zor güne kadar kapalı tuttuğu ardiyesindeki gereksizliklerden...
O gün yüzleşmeye gücüm yok çünkü.
....
O ardiyenin kapısı açıldığında;
Kırmadan halletmeye çalıştığım her şey, boyumu aşarak geri geliveriyor.
Hem de en beklemediğim anda...
Korunduğum zırhımın içinden çıktığımda, asıl zor olanı görüyorum;
Değişimi algılamak zor değil,
Zor olan  ters yönlere alınan yollar, açılan mesafeler...
Kırmaktan korktuğum için her seferinde tek tek taşımayı tercih ettiğim cam bardakların; içindekilerle birlikte Tek bir esintiyle devrilmesi gibi.
....
Hayat değiştiren, olması istenmeyeni istenir hale getiren;
Bardakları tek bir kıpırtıyla yere seriveren.
Benim dikkate almadığım
Varlığını bile önemsemediğim...
....

Sarıldığım zırhın, büyük yüzleşmelere neden olabileceğini öğreten
Rüzgarın fırtına habercisi olabileceğini gösteren,
Zırhtan çıkma vaktinin geldiğinin haberini veren
Anahtar kelime rüzgar...
                                                                                                                                "mart /2010"

19 Haziran 2011 Pazar

buğu

camın sığınağında otururken, çoğu zaman dışarda; yağmurda ıslananları farketmezdin..
tıpkı beni fark etmediğin gibi...
halbuki ben; gözümü sana dikip, buğulu camdaki yansımandan sana dair fikirler üretirdim.
sınır tanımadığım aklım, her seferinde cesaretlendirirdi beni.
mevsim kıştı bahardı yazdı... mevsim önemli degildi.
yağmur yağardı ve her yağmur sana dair kafamdaki fikirleri değiştirirdi.

sonra bi gün o buğulu camdan sıkılıp, elini cama değdirdin..
örtüyü araladın...aslında sadece baktın...
seni gördüm...
senin de beni gördüğünü hayal ederek...
hayallerin gerçekleşeceğine dair kocaman bi umut besleyerek...
...
umudun gerçekleşebileceğine dair bi öngörü besliyorum şimdi içimde
yavaşça büyütüyorum onu içimde,
senin izin verdiğin kadarını görmek için bekliyorum yağmurun altında...

aslında camdaki buğuyu silmenden başka bişi istemiorum...
şimdilik bana bakan iki buğulu gözle yetinmeyi biliyorum.
tıpkı buğunun gözünde değil, camda olduğunu bildiğim gibi...

3 Haziran 2011 Cuma

fesleğenli kahve

baharın geldiğini nerden anlarız?
havanın ısınmasından mı? anlamsız yağıp sonra peşinden gökkuşağını sürükleyen yağmurdan mı?
ışığını içine alan bünyelerin parıldamalarıyla daha enerjik olmasından mı?

mevsimleri önemsemeden midelerde uçuşan kelebeklerden mi?
güneşin denize dönen yüzünü görmesini bekleyen hafif meltemden mi?
final stresinden ya da yaz planlarından mı?

ya da tüm kış içini ısıtan kahvenin sıcaklığının artık odalara sığmaz olup, sıcaklığını dışarı çıkarmak için yakınmasından mı?


eğer böyle düşünenlerdenseniz, güneş sinyalini verip nöbetini bahar akşamına devrettiğinde (ki izmirde yaşıyorsanız bahar akşamı aynı zamanda yaz akşamı da demektir ve bu şehrin keskin çizgileri hiç olmamıştır.) rüzgar  kendine bir yardımcı seçer etkisini daha kuvvetli, daha hissedilir  kılmak için...

tek baharlık fesleğen…
neyin ne zaman yapılması gerektiğini en iyi bilenlerdendir o. tıpkı mevsimin fesleğen habercisi olduğu gibi.
günün yorgunluğunun çıktığı anlarda minik bir dokunuşa en pahalı kokularla yarışabilecek gizini paylaşıverir sizinle…
an’ı yoğun yaşamanın etkisinden olsa gerek, kısa ömürlüdür. burunda minik çağrışımlar yaparak kaybolma vaktine kadar gizemini anlatır herkese…

bi de yetinmeyi bilmeyenler vardır…
ben gibi…biz gibi..aslında hepimiz gibi...
sevdiklerimizin hep bizimle, yanımızda hissedilebilir olmasını isteyenler…

onlar, bu kokuyu her daim hatırlamak için belki de
içlerinde kocaman bi dilek büyütürler...

hatrının kırk yıla bedel olduğu kahvenin
içine atılan tek dal fesleğenle
kırk yıl değil ama
bi sonraki bahara kadar yetmesi dileğiyle..


25 Nisan 2011 Pazartesi

alıntı

"okumak bazılarına yazmayı öğretirken bazılarına da yazmamayı öğretiyor

insan aklı cidden tuhaf çalışıyor; düşünmemek, akıldakileri boşaltmak için önerilen şey önerilme nedeninden daha büyük hacime sahip oluveriyor. işini gücünü, varolma nedenini unutuyor.imgeler harflere, harfler sözcüklere ve cümlelere dönüşürken, şimdi tam tersi olsun diye çabalamaya başlayıveriyor insan. o yüzden belki de alıntıların gücüne daha çok inanmaya başladım.
yine ve yeniden...

     ...her şeyin geçip gittiğine yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?...

     ...neden rüya görürüz? her şey olup bittikten sonra neden bir de rüya görürüz? karmaşanın keşmekeşin hayatın yorucu zenginliğinin içinde eksik kalan nedir ki uykunun kuytusunda ille de tamamlanması gerekir? rüyamızda birbiriyle ilgisiz görünen ayrıntıları bilincimiz önden gürültülü bir lokomotif gibi çekip bi yere, örneğin bir anlama mı götürür? yoksa ayrıntılar bilincimizin balonuna batan iğneler midir?...

     ...ölümden sonra bir hayat var ve sanki  eşyalar onu yaşıyor. ilk günlerin can acısıyla ne yapılmışsa yapılmış sonra oradan hızla uzaklaşmış herkes. ama kaçtığın yerdesin yine.  bu dünyanın acıları da tıpkı dünya gibi yuvarlak olduğunu kanıtlıyor...

     ...önce aşk vardır. hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize verdiğimiz çiceğin fotosentezi de ondan sonra başlar...

     ... "söyledim ya" diye kestirip atmak ne aptalca bi davranış olurdu.. tekrarın ve hayatın gücünü reddetmek olurdu.hayat tekrarlardan ibarettir çünkü. hayatın gücü tekrarın gücüdür.günlerin, ayların, mevsimlerin gücü.tabi bir de şiirin gücü. şiirin tekrar eden dizelerinin gücü...

     ...birine aşık olunca ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi geçmişini tekrar kurgularsın. basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işaretleri olur çıkar...sınır var mı? ilişkiler için gerçekten sınır var mı? varsa da ikinci sınıf sinema eleştirmenlerinin göremeyeceği sınır bu.  insan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. benim bildiğim tek sınır bu...

     ...bizim büyük çaresizliğimiz ona aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. asıl çaresizlik buydu...

     ...uzağımızdaki her şey biraz olağanüstüdür, olduğundan biraz daha fazladır...

     ...aklım bir dokuma tezgahı gibi mi çalışyordu, her ipten aynı kumaşı mı dokuyordum?...

     ...özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum. ne büyük söz! uç bakalm. sözcüklerden kendine kanat yapanları çok gördük biz...

     ...bu akışın devam etmesi için yaşıyoruz. yaşıyoruz. belki artık yokuş aşağı. sahip olduklarımızı, en başta da o baş döndürücü, o hoş yüksekliği kaybederek.ama yaşıyoruz...

      ...gerçek mi? kendisi de sayısız insan tarafından anlatılmış sayısız hikayeden ibaret olan gerçeği kim bilebilir ki?...

     ...yıldızlı bi gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir.yıldızlara bakarak sadece yıldızları düşünmek gerekir...

     ...yaşamak aslında birbirinden kopuk yaşantılar arasında bağlantılar kurmaktır.bir hatırayı diğerine bir fotograf albümü değil yaşayan bir insan bağlar...

     ...çevresindeki insanların ipiyle sarmalanmış olarak ama yine de onlardan bağımsız, kendisi için...hayatı, büyük çaresizliğimizi, nihayet anladığımızı düşüneceğiz. içimizde bilmediğimiz bir şeylere isyan etme isteği doğacak...


"...uzaktakini çağırıyordu, en uzaktakini
mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu.
gelmesi mümkün olmayanı.
ve bir adım öne çıkıyordu mayıs.

derindekini çağırıyordu, fırtınayı, tekneyi,
yokluğu fark edilmeyeni.
iyiliği çağırıyordu cücelerdeki, kamburlardaki,
kendi içine kıvrılanı çağırıyordu.

gökadaların, çiçeklerin her şeyi içine alan sarmalını.
parmağının ucuyla aşka dokunuyordu.
bir yıldızın ucuna dokunur gibi yanıp sönen.

yürüyordu sonra, birbirine açılan sokakların,
meydanların,pazaryerlerinin ezberlerini bozuyordu:
darmadağınık bi şarkıydı, çağrısı.
yürüyordu, koşuyordu kreşendo toz duman.
ne kadar eşlik etse de keman, dile gelmiyordu acısı..."

9 Nisan 2011 Cumartesi

'zil' e dair

     "Tamam Tekir yemeğini vericem ama azcık sabırlı olsan diyorum. Yaşlandıkça herkes, her şey daha mı az tahammül edilir oluyor acaba?"
     Bu soğukta balkonda yemeğini ayarlamak ne kadar zordu. Dün yağabilecek her şey yağmış geriye soğuğu ve sisi kalmıştı. Karşı caddedeki ağacın çiceklerini soğuğa kurban edeceğini düşününce üzüldü.
     Apartmanın merdiveninde birini gördü. Ne kadar da o gibiydi... Sisin lanet günü bulandırmasına söylendi. İçindeki kıpırtıların farkına vardı, durdurdu kendini  "Burda değil o biliyorsun. Hayallere kaptırma kendini..."
     Kediye mamasını verip yerine geçti. Sehpanın üzerindeki kahvesinden bir yudum aldı ve okunmaktan yaprakları sararmış kitabına geri döndü. Tek bir paragrafı okumak için harcadığı zamana şaşırdı; bir türlü odaklanamıyor, anlayamıyordu. Zaten elleri de hala ısınmamıştı. Ayracı kitabın arasına koydu, koltukta daha dik oturdu birazdan kalkmanın planları yapar gibi. Sonra omuzları çöktü, geriye yaslandı. Kitabı tekrar eline aldı...Tekir ayaklarının dibinde dolanırken çarptığı sehpayı deviriverdi. "Ah be yaşlı kedi yaptın yine yapacağını..."
     Mutfağa ilerledi bez almak için. Antreden geçerken apartmanın ışığının yandığını gördü. Gülümsedi ,yönetici şunun süresini uzatsa ne iyi olacak diye düşündü. Uzandı delikten bakındı siyah saçları ve siyah ceketi gördü. Apartmanın girişinde gördüğü adamdı. Mutfaktan bezi alıp geri dönerken yeri silmeyi bir süre erteleyebileceğini düşündü. Delikten merdiveni izlemeye koyuldu. Biraz bekleyecekti, elbet geri dönerdi. Onbeş dakika içinde dönerse aklı da kalbi de cevabını alırdı. Yok eğer dönmezse yanlış kişi demekti yapıcak bişi yoktu...
     Bekledi, bekledi.. Gelen yoktu. Tam vazgeçmişken ışık söndü ve tekrar yandı...
     Elindeki bez yere düştü... Birbirlerine ne kadar yakındılar. Aralarında sekiz kattaki onaltı dairenin beyaz yağlı boyalı pirinç tokmaklı tahta kapısından başka bir şey yoktu. Tabi bir de onu izlediği minik delik...Demek geri dönmüştü...
     O kapıya bakıyordu, delikteki kahve göz ise O'na. Duruyordu, eli kapıda zilin sesini duymayı hayal ediyordu. Derken tekrar ışık söndü. Işığı yakarken umutla zilin çalmasını bekledi. Duyduğu ses, zil değil mırıldanmaydı. Sonra kapıya tekrardan baktı ve merdivenlere yöneldi. Kalakalmıştı kapıda. Koşarak cama doğru giderken Tekir'in devirdiği sehpaya takıldı. Tekmeleyerek itekledi, kaçırmaktan korkuyordu. Dönüp bakarsa belki  beni görür diye umut ediyordu. Belki her şey farklı olurdu...
     Çıkması oldukça zaman aldı. Basamaklardan koşarcasına indi. Ve ardına bakmadan uzaklaştı geri dönmekten korkarcasına ardına bakmadan uzaklaştı. Tıpkı daha önce yaptığı gibi...

zil

     Ağır adımlarla basamakları adımlarken, kafasını kaldırıp gökyüzüne doğru baktı. Yıllar onu yıpratırken apartmanı nasıl etkilemediğini düşündü. Kapının önüne geldiğinde sağ tarafındaki zillere dokundu. Kendini çağa uydurabilmek daha doğrusu kaptırmak sanırım böyle bir şeydi. Yenilenen bir yüz, ışıklı ziller buna rağmen dökülen sıvalar ve aynı insanlar...
     Zillerde tanıdık isimler aradı. Kapıdan çıkan gence gülümsedi ama kafasını kaldırmadığı için karşılık bulamadığı tebessümünü de yanına alarak kapı kapanmadan içeri girdi.
     Sağ köşede Tekir'i aradı ama bulamadı. Eskiden çiceklerin süslediği duvarın boşaldığını yerine askeriyedeki gibi resmi bir dille yazılmış kuralları gördü, altına iliştirilen yönetici adının kocaman puntolarını farkettiği gibi. Yan taraftaki panoya göz atarken insanların birbirleriyle burdan haberleştiğini, hatta yöneticiye birbirlerini şikayet ettiklerini gördü. Orwell ütopyasını yazarken gerçek olabileceğini düşünmüş müydü diye geçirdi içinden.
      Asansörü kullanmaktansa merdivenleri tercih etti. Her kat başka hayat demekti. Çıktığı her katla geçmişe biraz da yaklaşmak aslında... Kapıların önünden geçerken duyduğu seslerin kafasında oluşturduklarını geri plana atmaya çalıştı. Beşinci mi yedinci kat mıydı karıştırdı. Hatırlayamadı, bunu farkettiğinde ise utandı. Beşinci kattan ses gelmeyince yediye doğru yöneldi.
     Altıncı kattan sadece iki basamak uzaklaşmıştı ki ışık söndü. Geri dönmek zorunda kaldı. Dikkatli adımlar atarak merdivenlerden indi. Her şey değişmişti tıpkı ışıkla zilin yeri gibi...Bombanın kablosunu kesicekmiş gibi gözlerini kapattı, yüzünü kıstı ve bastı. Bir süre ses gelmeyince gözlerini açtı ve kendini karşılayan ışığa gülümsedi.
     Kendini gören biri olsa ne komik olurdu diye düşündü. Merdivenlere devam etti. Yedinci kata geldiğinde anlamlandıramadığı bir yabancılık duygusu hissetti. Sanki hiç burda olmamıştı. Alt katta yerini öğrendiği sağ taraftaki zile doğru elini uzattı. Çalamadı. Durdu bekledi.  Sonra burda hiç olmaması gerektiğini düşündü ve geri döndü.
     Altıncı kata geldiğinde yine ışık söndü. Cimri yöneticinin işi diye geçirdi içinden şunların sürelerini biraz daha uzatsalar olmaz sanki... Daha önce bastığı düğmeye dokundu. Her yer aydınlandı. Aydınlandı aydınlanmasına da tüm apartman bu kadar yabancıyken burası fazla tanıdık geldi. Halbuki sekiz kattaki onaltı daire gibi beyaz boyalı tahta kapısı, pirinç tokmağı ve küçük bir deliği olan sıradan bi kapıydı. Biraz daha bakındı çevresine. Aslında ışığın sönmesini bekledi. Karanlıkta farkına varmadan zil' e giden parmaklarını ışığa yöneltirken, ne kadar unutkansın diye söylendi. Ve merdivenlere doğru yöneldi...
     Çamaşır suyunun boğazını yakan acımasız kokusundan bir an önce kurtulmak istercesine açtı apartmanın cam kapısını. Kocaman bi nefes aldı üzerine. Aldığı nefes çamaşır suyundan mıydı, yoksa geçen yıllara rağmen yüzleşemediği kendisine dair miydi bilemedi...
     Apartmanın önündeki basamaklardan inerken dönüp tekrar baktı cam kapıya, derin bir nefes daha aldıktan sonra hızlıca indi merdivenlerden ve arkasına bakmadan yolda kayboldu...

4 Nisan 2011 Pazartesi

sığınak

     Uzun zamandır uyumadığımı farkettim gözlerimi açtığımda; gözlerim kapalı yatıyor olmamın uyuyor demek olmadığı zaten aşikardı. Beyaz duvarları görünce kaç odalı olduğunu bilmediğim beyin evim yerine, kendi odamda buldum kendimi. İşin tuhaf tarafı nedense şaşırdım bir de buna...
     Gelen bahara ihanet eden hava, hayattaki belirsizliklerle acemice yarışıyordu.Yataktan kalkmanın ne kadar zor olduğunu düşündüm ve yüzümü diğer tarafa döndüm. Çevirdiğimde gördüğüm duvar değil, çok odalı beyin evime girişin anahtarlarıydı. Ve yapılabilecek en güzel şey hızlı hareket edip, girişi görmemiş gibi davranmaktı. Hız herşeyi kapatabilirdi.
      Evet artık uyanmıştım yani öyle olduğunu sanıyordum. Koridorda ilerlerken mutfağa mı odaya mı daha yakın olduğumun hesaplarını yapıyordum. Gözüm, aklım tek bir şey arıyordu...minik bir bahane...Görmek isteyen gözün arayıp bulabileceğinden...Ayaklarım ise bu kafa karışıklığına ihanet edercesine yıllardır yaptığı, artık düşünmeye bile ihtiyaç duymadığı motor hareketlerini inatla yapıyordu.
     Sonra gözümün değil ama burnumun duymayı isteyebileceği şeyi duyduğunu farkettim. O güzel kokuyu, babannemin sobanın üstünde yaptığı mis gibi kızarmış ekmeklerin kokusunu... sıcacık ve samimi... Yanındaki notu farkettim sonra "Kendini önemsemen gerektiğini unutma. O yüzden bari bugüne kahvaltıyla başla." Yeni demlenmiş çayın taşan sesi kendime getirdi beni. Dalgınlıkla aldığım demliğin elimde oluşturduğu izle hala uyanamadığımın farkına vardım. Çayı bardağa koyarken, demlikteki yansımama baktım. Gülümserken buldum kendimi; küçükkende demliğe yaklaşıp uzaklaşarak şekil değiştiren yüzüme bakıp dururdum.
     Çayımı alıp camın kenarına yaklaştım. İnsanların yetişme telaşlarına, hayatlarına, izleyici olarak dahil oldum. Hepsi hakkında hikayeler  uydururken buldum kendimi. Başkaların hayatlarını yönetmek ne kolaydı. Sonra onlar kısa süreliğine de olsa benim yarattığım şekilde, benim oyuncularım oluvermişti. Ve ne iyi niyetli bir senarist olan ben, hiçbirine kötü rol biçememiştim. Kötü ne diye içimden geçirmeyi unutmadan...
     Kızarmış ekmeklerimle ceketimi alıp balkona çıktım. Atıştıran yağmur damlalarını izlemek için. Karşıdaki müstakil evde oturan tüm gününü örgü örerek geçiren  teyze  ayıplayan gözlerle bakıyordu bana ,tıpkı geçen gün pamuk şeker yerken gördüğündeki gibi...Gözleri her seferindeki gibi ısrarcıydı ama bu sefer ben onlara acemi değildim; onun gibi yanıtladım bakışlarını. Görülmekten ve görülebilir olmaktan  ağır gelen yük onu rahatsız ettiğinden olsa gerek tam da el sallamak için elimi kaldırdığımda yüzüme kabaca inen perdeyle yüzleştim, dünyaya tül perdenin deliklerinden bakmaya devam eden iki kahve gözle birlikte...
     Çayımı yudumlarken yağmur da hızlanmıştı. Yağmurdan kaçan insanları izlemeye başladım. Arayana hikaye boldu. Ne kadar tuhaf yaşamlarımız vardı. Doğa üzerinde, birbirimiz üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır, hatta kurar; güçlü olduğumuzu iddia ederdik. Sonra beklenmedik bir şey olduğunda hemen sığınaklarımıza koşuverirdik. Çocuğun annesine, siyasetçilerin halka ve insanların tentelere koştuğu gibi... Kocaman dalgalarla baş eden insanın minik yağmur damlalarıyla savaşamaması komik gelirdi bana...
     Karşıdaki ağaç ve ben idim yağmura rakip olduğunu iddia eden...Yağmur yağdıkça daha da yeşillendi ağaç. Kendini yeniden yarattı, parıldadı, güzelleşti. Yağmur insanlara hep iyi gelmişti. Kirin, maskelerin bir gün düştüğünün, temizliğin en büyük kanıtıydı...Ağaçla birlikte yağmurla yarışmaktan vazgeçip, yenilenmenin, baharın keyfine vardık...
     Hayatta hep büyük nedenler arıyorduk; adımlar atmak, açıklamalar yapmak için. Büyük nedenlerin büyük açıklamalar yapmamıza yardımcı olacağını düşünüyorduk. Halbuki ne yaman çelişkiydi...Harika nedenlerimizi minicik sineklerle bulandırıyorduk. Belki de sırf bu yüzden bunaltılarımızı da minicik nedenlerle renklerdirmeyi başarmayı öğrenmek lazımdı...
     Tıpkı kızarmış ekmek kokusu gibi, ıslanmadan ıslanan insanları izleyip; balkonun ne güzel bir sığınak olduğunu içimden geçirirken "zarar da görebilirsin ama mutlu da olursun; hayattasın ve kaçışın yok" deyip inatla yüzüme düşen yağmur damlaları gibi...

20 Mart 2011 Pazar

sokak kedisi

her biri gibi aslında
biraz ilgi düşkünü,
hani hep ilginin kendi üstünde olmasını isteyenlerden...

ilgi fazla geldiğinde de,
çekip gidenlerden...

bakanlar anlayamazlar onu
onun ki deyim yerindeyse "aç gözlülük"
halbuki bu yüzden sokak kedisi o...

yaslanmak için omuz ararken
omzun her an yanında olduğunu bilmek yeterli aslında en başında
ilgiden daha güzel ne olabilir biraz da hatta...

sonra, o omuz kendine yaklaştıkça;
sıkıldıkça, daraldıkça
yanındakinin "ilgili" omuz değilde
özgürlüğünü elinden alan, kendi elleriyle inşa ettiği diktatörü olduğunu farkeder.

bunu farkettiğinde ise
sıcaklığı,
duvarın soğukluğuna tercih etme zamanıdır...


sonra anlaşılmadan kaybolur ortadan
geriye merak ve soru işaretleri bırakarak
taa ki yeniden ilgiye acıkıncaya kadar...

28 Şubat 2011 Pazartesi

çelişki

ne güzel
inandıklarını yazabilmek
anlatabilmek kendini..

herkesin en büyük derdi bu değil mi zaten
anlaşılabilmek, anlaşıldıkça daha çok anlaşılabilmek
dünyaya iz bırakabilmek...

her şey güzel de
ya inandıklarımı yazmak yerine
yazdıklarıma inanmaya başlarsam...

hayali bir dünyanın gerçekliğine bağlanıp
düşler kurarsam
olmayan şeyleri var etmeye çalışırsam

belki de en iyisi yaratmanın gücüne inanmak
yarattığım eğer hayal kırıklığıysa
onunla da başa çıkabilmek...

7 Şubat 2011 Pazartesi

anahtar

Bir yol hikayesiydi bu kendimden kaçış belki de. Yola çıkarken bazı kararlar aldım kendimce. Burdayken kendimden uzaklaşamıyordum. Eğer ben hep benleysem, uzaklaşmak da yeterli değildi demek ki. İşte tam da bu yüzden aldım bu kararı.
Öncelikle mevsim kış...O nedenle her yer boş; bunu dile getirmek bile beni tahmin edilemeyecek düzeyde mutlu ediyor. Yazın manasız kalabalığından sonra sadece dinlemek çünkü amacım. Biraz kaplumbağa gibiyim aslında. Kendi dünyama dönme çabası belki benim ki. Bu çabamda sırtımdaki çantayla yaşlı bir kaplumbağanın rolünü üstlendim kendimce. İçindekilerse çoğuna göre gereksiz ayrıntılar. Birkaç başucu kitabı, müzik çalarım, kilitli deri defterim, kalemim ve tabii ki fotograf makinem. Bakmayın böyle dediğime ,usta değilim aslında; kendim çalıp kendim oynamak gibi benimkisi...boş zaman uğraşısı, anlatımı kolaylaştırmak. Dilin anlatamadıklarında göze hitap edebilmek...
Bu yolculuk hiç kolay olmadı aslında çoğu şey için kocaman olan ben; tek başına yolculuk için fazla küçüktüm ailem için. Zaten hiç anlamadım ki kime göre küçüğüm kime göre büyüğüm. Mesela dünya için çok mu küçükken, hayallerim için çok mu büyüğüm?
İlk tepkiler beklemem üzerineydi. Sanırım korktular zarar vermemden, uzun süre benden haber alamamaktan belki. Halbuki fark etmediler yanlarıydan kendime en büyük zararı verdiğimi. Her gören göze karşı anlamsız maskelerle güldüğümü, onları mutlu etmek isterken kendime yabancılaştığımı, yorulduğumu, yaşlandığımı...
Bu sefer kendim için bir şeyler yapmalıyım dedim. Önemsemedim. Sanırım birazcık kırıldılar ama geriye baktığımda, insan tekil mutluluklar istiyorsa çoğul mutsuzluklar yaratıyor öncelikle. Peki çoklu mutsuzluklardan tek kişilik mutluluk yaratmak bencillik değil mi... Her sorunun bir cevabının olmasına gerek yok ki ..Bu seferlik es geçme lüksünü tanıyorum kendime..
Yola çıktığımda asıl soruyu sormayı unuttuğumu farkettim. Rotam neresi? Bu kadar büyük kararı sorgusuz sualsiz alan ben, rota konusunda birazcık muhafazakar davrandım  biraz da elimde olmadan. Çevremden uzaklaşmak isterken bir adım ötede olduklarını bilmek sanırım iyi hissettiriyordu bana. Ne kadar büyüdüğünü söylesen de çocuksun diye geçirdim içimden.
Altı vitesli bisikletim geldi birden aklıma; sonra tekerleklerine taktığım renkli boncuklar..tekerleği çevirdikçe dönen demirlere hayretle bakarken, büyüsüne kapılırdım... Derken yedek tekerlekleriyle bindim önce sonra tek tek çıkan tekerleklere rağmen güvencem hep benimleydi. Babam arkamdaydı; sür korkma arkandayız diyordu. Bir an önce yanlız sürebilmek için çabalarken her seferinde sorardım tutuyorsun, bırakmadın dimi beni? Nasıl bir çelişkiyse yıllardır özgür olmak için herkese, her şeye çaba verirken bir yandan bağımlı olmak için bağlarımızı sıkıştırmayı unutamadık...
Evet rotam belki de bu nedenlerle yakın yerler oldu. Kafamda net olan tek şey ilk yapacağım şeyin tren yolcuğu olmasıydı. Bunu düşünürken düdük sesiyle kendime geldim trenim kalkmak üzereydi hadi dedim yeni başlangıçların zamanı. Kılıf değiştirme zamanı. Tren şehirden uzaklaşırken ben ferahladım, daha rahat nefes alabildiğimi farkettim. Düşen yağmur taneleri yeşili nasıl da harika bir tona bürümüştü. gerçek yeşile ne kadar uzak kaldığımı farkettim çimen yeşili diye gösterilen kazağı hatırladım. Doğadan uzaklaştıkça doğaya özlemin artması böyle bir şeydi sanırım. Deniz mavisi, portakal rengi, güneşin batışındaki kızıllık... En son hangimiz bu renkleri gerçekten gördük acaba? Yoksa çoğunu boya kartelalarından mı öğrendik tarih kitaplarındaki savaşlar gibi?
Yolcuğum devam ettikçe treni neden sevdiğimi farkettim. Otobüsler, arabalar yollar üzerine yapılır bu nedenle de kalabalıktır halbuki raylar farklıdır; günde belki tek bir trene yoldaşlık eder, onun dışında yalnızdır. Aslında farklı bir hayat çizgisine sahiptir. Bir bakarsınız elinde sopasıyla bir çoban koyunlarını toparlamak için koşuşturur demirin iki çizginin ortasında, ya da çocuklar için oyun parkıdır. Hemzemin geçitler trene inen engel olduğu gibi hayatlarına engeldir insanların...
İnsanların bile olmadığı bir çok istasyonu geçtikten sonra ilk rotamda indim. "Ödemiş" Beş dakika içerisinde kendimi pazarın karmaşasının içinde buldum. Tüm gün dolandım gözleme yapan kadınları izledim. Bu mevsimde harika kokulu domatesler bulabilmenin yüzüme yansımasıyla çocuk parkında kırmızı domateslerle gözleme yerken buldum kendimi. El işlerinin satıldığı pazara daldım halbuki hep kaçardım burdan. Kadınları izledim her oyanın ne kadar emek olduğunu ne kadar onları yansıttığını düşündüm. Sonra bastıran yağmurla havanın karardığını görünce ara sokaklara vurdum kendimi. Bu sokağın sonu arnavut kaldırımı olmalıydı diye hatırlamaya çalıştım. Hala aynı olduğunu görmenin şaşkınlığıyla düzenli çalışmayan belediyelere karşı sevinç besledim içimde. Yağmurdan evlerine kaçanları izlerken, deli gibi bana baktıklarını gördüm yağmura rağmen neden böyle yavaşça yürüdüğümü anlamaya çalışıyorlardı sanırım. Halbuki basitti ben onların kaçtıkları şeye buraya, sokaklarında oynadığım, gece gündüz çiceklerinden topladığım tohumlarla savaştığım günlere geri dönmek istiyordum.
Arnavut kaldırımın bittiği yoldan sağa saptım. Beş dakika yürüdükten sonra kafamı kaldırdım  iki katlı heybetli evin önünde küçücük olduğum zamanları hatırladım. Çantamı kurcaladım, anahtarları buldum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde bayramlar geldi gözümün önüne, merdivenlerin karşında elini uzatıp öpmemizi bekleyen anneannem ve mutfaktan gelen enfes patatesli köfteyle pilav kokusu... Bu ev hep böyle soğuk muydu diye düşündüm. Binaları sıcak yapan şey eşyalar değil insanlardı. Buna rağmen dekorasyon çılgınlığının olması ne kadar komikti... Odaları tek tek gezdim, koltukların üstündeki beyaz çarşafları kaldırdım. Çerçevelerin tozlarını sildim. Çocukluk ve mezuniyet fotograflarımızı gördüm. Ne kadar da severdi anneannem torunlarıyla övünmeyi nerelerde olduklarıını söylemeyi...
Dolabı açtım lavanta kokusunun yerini alan rutubet ve nem kokusuyla yüzleştim. Her şeye rağmen tanıdık huzuru bulmak nasıl da güzeldi.
Kumruların sesleriyle açtım gözlerimi. Çocukken ne söylediklerini anlamak için ne kadar da çok uğraşırdım. Her şeye anlam yüklemeye çalışırmışım halbuki ne boş uğraşmış. Hemen toparlandım ve yola çıktım  garaja giderken fırına uğrayıp taban gevreğiyle, tulum peyniri aldım. Gevreğin çıkmasını beklerken fırındaki çırakla sohbet ettik. Burdan değilsiniz galiba dedi. Şansımı zorlamadım evet dışardanım diye geçiştirdim. Fırından çıkan sıcacık gevreğim, peynirim ve ben şimdi eski bir minibüsle yola çıkmıştık. Keşke çay olsa diye geçirsem de içimden yetinmeyi bilip gevreğimden kocaman bir ısırık aldım.  Cebimdeki halkadaki ilk anahtar geride kalmıştı ve önümde daha üç tane vardı...
Dağ yolundan Kuşadası'na giden bu arabanın, insanların unuttuğu köylerden geçme gibi değişik bir güzergahı tercihi vardı. Çok dikkatli olmak gerekirdi bu yolda her an önünüze bir şeyler fırlayabilir uçan tavuklar görebilirdiniz. Bense köy kahvelerini izlerdim hep bu yolda. Erkeklerin tüm gün bu kapalı mekanlarda neler yaptığını düşünürdüm... Aştığımız dağların ardından gözüken denizle, geldik dedim içimden. Şehir merkezine giden kavşakta indim ve sokaklarını arşınlamaya başladım. Yanlız da değildim,  köpekler yolculuğum boyunca refakat etme inceliğini esirgemediler benden.  Tarihi kapıdan geçip çarşıya girdiğimde tadilat için bile erken olduğunu düşünen kepenkler karşıladı beni. Bomboş sokakta yürürken, insanların yürüdüğünü hayal etmeye çalıştım. Ana caddeye indikten sonra kaleye doğru yürüdüm. Kaleyi izleyerek çayımı içtim. Dolmuşların az olduğunu hatırlatan muavini dinleyerek durağa yürüdüm. Uzun bekleyişten sonra bindiğim dolmuşla çocukluğuma daha da yaklaştığımı hissettim.
Dolmuştan indiğimde, eve gitmeden kumsala  doğru yürüdüm; eski şezlongları kaldırmamışlardı. Güneşin batmasını beklerken düşündüm yaşadıklarımı, sıkıldığım  o uzun yaz tatillerini, belki de bu şezlongda ayı izleyişimi... Güneşin batmasıyla rüzgar içimi titretti ve eve doğru ilerledim. Eskimiş hamak ve kirlenmiş limon sarısı teyze evi karşıladı beni. Kapının iki yanındaki papatyalar inatla baharın güzel yüzünü bekliyordu ilk çiçeğini vermek için. Salıncağın nasıl paslandığını gördüm. Sallanarak uyuduğum günleri hatırladım. Evi gezmeye başladım. Üst kata çıktığımda kuzenimle kaldığımız odanın kapısındaki boy çentikleriyle karşılaştım. Parmak uçlarında boyunu uzun göstermeye çalışan iki kız çocuğu geldi gözümün önüne... Bir şeyler yedikten sonra siteyi turlamak için dışarı çıktım. Kışları yarı dolu olan havuzun yanına yaklaştım; kurbağalar yine keyifteydi. Çocuk parkının boyalarını nasıl da eskimiş... Birlikte sallandığımız insanlar nerede diye düşündüm. Rüzgardan çok düşüncelerim titretti içimi bisikletle birkaç tur attıktan sonra eve geri döndüm. Şöminenin ateşine bakarken buraya dair düşüncelerimin nasıl değiştiğine şaşırdım...
Yine minik bir dolmuştayım bu sefer ki yolum minik bir balıkçı kasabası ."Urla" çocukluğum diğer tatil mekanı. Kalamarı, dil balığı, çim çim'i, deniz kokusu. Denizden ayrılıp yeni denize yaklaştıkça genizimdeki ateşin arttığının farkına vardım. Düşününce sırt çantasıyla yola çıkma kararından beri benimleydi bu ateş; vazgeçme bu sefer olmaz diyordu. Dolmuş Güzelbahçe'de deniz kenarında ilerlerken camı açtım,  yağan yağmurla birlikte temiz havayı içime çektim. Yanımdaki teyze söz ucuyla kınar bir bakış attı bana aldırmadım. Öndeki yaşlı amca üşüdüğünü dile getirdiğinde mecburen kapattım camı.
Pazar yerine gelince indim dolmuştan. Deniz kenarına çıktım. Denize taş atarken nasıl düştüğüm yerdeydim. Hala o gün ki gibiydi yengeç doluydu.  Yürüdüm. Tipik bir balıkçı kasabasıydı ve her yer boştu... Çevrenin ne kadar değiştiğini izledim. Değişmeyen tek şey balık restoranlarının kapısındaki ısrarcı kedilerdi. İttim kapıyı balon balığı karşıladı beni; şişmek için fazla gecikmişsin diye düşündüm. Balık çorbasının siparişini verdim hemen. Nasıl da özlemiştim bu tadı. Çocukluğumun lezzetiydi hepsi. İlk kez görmüşcesine balık haritasını inceledim sonsuz bir dikkatle...
Sokağa çıktığımda ana caddeden ayrılan yola sağıp rüzgarlı tepeye doğru ilerledim. Bu ismi elbette ben takmıştım. O kadar soğuk olurdu ki akşam uğultudan uyuyamazdım. Okuduğum kitaptan etkilenip adını böyle koyuvermiştim, çocukluk işte. Tepenin üstündeki bahçeli evin kapısından girdim. Kapının yanındaki kocaman kayısı ağacı yapraklarını dökse de asilliğinden pek de bir şey kaybetmemişti. Anahtarlığı elime aldım kapıyı açtım. Halamın evinin kapıları yine bana açıktı. Yolun insanı nasıl yorabildiğiyle o gün yüzleştim ben. Gözlerimin ufaldığını ve sonra açıldığını hatırlıyorum gerisi ise tamamen huzurlu bir uyku.
Sabah erkenden sırt çantamı topladım ve rüzgarlı tepeden aşağı indim. Çocukluğumdaki gibi rüzgarla yarışırcasına hemde; koşarak. Ana caddede dolmuşa bindiğimde şöföre para uzatmak için elimi cebime attığımda anahtarlık geldi elime. Kalan tek anahtar rotamı anlatıyordu bana. 45 dakika sonra trafik hoşgeldin dercesine artmıştı.
Şimdi asansördeyim ve son anahtara bakıp düşünüyorum ne oldu şimdi geriye ne kaldı diye. Kafamı kaldırıp aynaya baktığımda ayna fısıldayıveriyor cevabı bana. Arama yanıtını uzakta, bana bak içine bak cevap hep orda... Yüzümün rengi ne kadar zamandır böyleydi acaba...
Son anahtarla kapıyı açtım ve kendimi koltuğuma attım. Çantamın iç gözünde sakladığım üç zarfı çıkardım halkadaki üç anahtarı çıkarıp zarfların içine birer mektupla birlikte koydum.
"Her şey için çok teşekkür ederim bu süreçte bana karşı anlayışlı davranıp bana evlerinizi açtınız. Yola çıktığımda dört anahtar vardı elimde. Bu anahtarlar dört hayat demekti benim için. Yeni uğraşlar arıyordum belki de bilmeme rağmen kendimden kaçıyordum. Her anahtar hayatımın farklı bir dönemiydi; yaşadıklarımın ve ben'in farkına varmama yardımcı oldu. Anahtarların amacı kapılar açmaktır. Sizin anahtarınız benim yolumu aydınlattı bakınca geriye kalan tek bir anahtar var o da benim. Bu yüzden artık anahtarlar sahiplerine kavuşmalı."

su damlası

Camdan akan su damlası...çizdiği belirsiz yolu takip ediyorum merakla. Kendimi hatırlatıyor belki bana. Çünkü bende belirsiz bir yoldayım...
Sıradan bir liseydi aslında; o lisenin iki öğrencisiydik bizde hayalleri birbirinden oldukça farklı... Belki  sadece şehirler aynı. Sonra o büyük sınav günü geldi. Beklediğin gibi değildi pek sonuçların. Tercih yapmak istemiyor dedikoduları aldı yürüdü ortalığı. Tercihlerimi teslim etmeye gittiğimde, sırada gördüm sonra seni. Orada görmek nedense mutlu etti beni. Halbuki pek de hoşlanmazdık birbirimizden.Yanına gelip selam verdiğimde yaptık işte bir şeyler deyip geçiştirdin. Zorlamadım seni...Bu  kadar zamanda gördüğüm, öğrendiğim tek şey bundan nefret ettiğin. Bunu en çok bilenlerden biriyken, bu hatayı yapmam ne büyük çelişki...
Okul açıldığı gün ne kadar yabancıydın çevreye; burda olmamalıyım der gibi bakıyordun herkese, her şeye... Seni yalnız bırakmak istememiştim. Her seferinde seninle daha çok uğraşıyor, erkek çocuğu gibi kısacık kestirdiğin saçlarını mıncıklıyordum. Sense bana vururken yalnız bırak beni diye haykırıyordun. Halbuki gözlerin bundan ne kadar çok korktuğunu anlatıyordu.
Günler geçtikçe, çevreye okula alışmaya başladın.Yüzünün renginin değişimini gördüm. Birlikte geçirdiğimiz zamanlar azaldıkça mutluluğun artmaktaydı sanki. İkinci yılımızdaydık, sen anlamsız bir mutluluk içindeydin. Uzaklaştım sonra senden, çevrenden. Seni başkalarından dinledim, çok da önemsemiyormuş gibi numara yaparak...
Önemsemiyor gibi davranıp, senin hakkında bilgi topluyordum. Arkadaşımdın, önem veriyordum sana. Bir gün ilişkin olduğunu öğrendim. Nasıl mutlu oldum bilemezsin, haketmiştin diye düşündüm. Örtmeye çalışmak böyle bir şeymiş ben o gün öğrendim. Ertesi gün okula giderken bankta gördüm sizi. Gözlerinin parıldamasını gördüm. Beni görmemen için koşmaya çalışırken ayaklarımın nasıl kitlendiğini, yalpaladığımı gördüm. Beni görsen söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. Kaçmayı, uzaklaşmayı tercih ettim belki de bu yüzden... Eve geldiğimde sırt çantamı kaptım ve geride bir not bıraktım. "birkaç gün uzaklaşıyorum beni merak etmeyin." Bu birkaç gün iki haftaya yakın sürecekti. Okuldakiler merak etmeye başlamışlardı. Sanırım bu arada sen de beni merak edip sormuşsun. Sonra okula döndüm. Beni görünce koşarak yanıma geldin, merak ettim nerdeydin dedin. Ben seni birkaç cümleyle geçiştirdiğimde hayal kırıklığıyla baktın gözlerime...
Üçüncü seneye geldiğimizde ise olabildiğine az karşılaşıyorduk. Gruplarımız, seçmeli derslerimiz farklıydı. Erasmus öğrenci listesinde adını gördüğümde şaşırdım. Kazanmıştın ve ikinci dönem gidiyordun. Ağzımdaki tat bildikti, adı da... Adını bilemedim, belki de bilmek istemedim. Sadece hatırladım. Seni bankta gördüğüm gün ki gibi... Acımtrak ve ekşi...
Birkaç gün sonra karşılaştığımızda gidiyormuşsun dedim. Evet dedin, bazen gitmek iyidir. Halbuki mutlu gözükmüyordun. Sonradan öğrendim erkek arkadaşınla yaşadıklarını, ne kadar yıprandığını. Neden bilmiyorum ilk defa tekrardan yanında olmayı istedim. Okşadığım, uğraştığım saçlarının beline kadar geldiğini o gün farkettim. Aradan geçen zamanı, kaybettiklerimi gördüm. Sonra gidinceye kadar hep birlikteydik; her an, her dakika...tıpkı eskisi gibi...nasıl da özlemiştim o günleri.
Uçağa binerken seni ben uğurlamıştım. Aileni istemedin havaalanına, ağlarım bahane uydur dedin. Bana hep güvenirlerdi. Valizlerini alırken, babana aldığım gibi getireceğim merak etmeyin dedim. Arabada nasıl da ağladın... taa ki burnun kıpkırmızı olana kadar...Pasaport kontrolünden geçerken arkana dönüp baktın bana. Gitmesen olmaz mı diye geçirdim içimden... Dudaklarım ise ne kadar güzel zaman geçireceğinden bahsetti durdu. Sonra ama sen yoksun deyiverdin. O an seni yalnız bırakmamaya söz verdim.
Almanya'dayken de konuşmaya devam ettik. Oraya da alıştın bir süre sonra. Daha az konuşmaya başladık. Daha sonra mesajlarla yetinmeye başladım. Güzel haberlerinle, fotograflarınla...Sonra...Sonra Ece girdi hayatıma...
Anlatmak için gelmeni bekledim. Hoş olmazdı böyle anlatmak. Geldiğinde havaalanında karşıladım seni. Tıpkı söz verdiğim gibi teslim ettim babana. Hala havaalanındaki boynuma atlayışını unutamam... Bu arada bir türlü Ece'yi anlatamadım sana. Sürekli birlikteydik ama hep kalabalıktı çevremiz. Sen gördüklerini anlatmaya o kadar koyulmuştun ki sıra bana bir türlü gelmiyordu. Her seferinde bana dönüp iyi ki varsın beni yalnız bırakmadın deyip elimi tutuyordun. Birisi sana bu kadar güzel şeyler söylerken yapılabilecek en zor şey ona hayatımda biri var demektir. Bende yapamadım, söyleyemedim sana. Zaten Ece'de burda değildi nasıl olsa gelinceye kadar anlatırım diye düşündüm. Her geçen gün daha da zorlaşıyordu, ben farkında değildim. Sonra senle konuşmak istiyorum diyen mesajın geldi. Bağırıyordun bana. Neden bana söylemedin diye. Sonunda duymuştun. Birileri benim sana bunu söylemem için gereken zamanı bize tanıyamamıştı. Anlatmaya çalıştım. Kendimce anlattım da ama dinlemediğinden o kadar emindim ki... Neden şimdi dedin bir an..tam da.. Ne dedin diye sordum yok bir şey dedin çektin gittin.
Sonra..sonrası malum gene tanımıyormuş gibi davranmaya başladın. Sorduğumda da geçiştiriyordun, yok bir şey diyordun. Bu arada Ece geri dönmüştü ve bendeki değişikliği sorguluyordu. Çevreden duyduklarıyla birlikte büyük bir kavga ettik. Sen farkında değilsin diye haykırdı bana. Zaten bir tek sen farkında değilsin. Çabaladım, o burda yokken herşey ne kadar güzeldi. Ama olmadı bak, ben buna dayanamam. Bu ilişkide arada kalan ben değilim, sensin. Sen kendinle aranda sıkışmışsın. Önce kendini tanı bence, her gün kendinden kaçmayı bırakırsın belki böylece..."
Aradan geçen hafta boyunca düşündüm. Ayrıldığımızı duymuş beni teselli etmeye çalışmıştın hala kızgın olmana rağmen. Derken boynuna sarılmıştım bir gün. Ne kadar duygusal oldun sen böyle diye dalga geçmiştin benimle. Halbuki ne kadar da şaşırmıştın. Bir süre araya mesafe koydun, hastayken eve geldiğin güne kadar.
Annem misafirle ilgilenirken yemeği ben götürürüm demiştin. Hayatımda yediğim en lezzetli yemekti sanırım. Bütün istediklerimi yaptırmıştım sana. Limon, karabiber, çok sıcak, şimdide çok soğuk...Hiç ağzını açmadın. Hastalığına dua et dedin sadece. Kaşık ağzıma yaklaşırken, seni seviyorum deyiverdim. Çorbayı bitir getirim dedin. Bense yüzüne bakıyordum. Anlık bir sessizlikle kaseyi sehpaya bıraktın, ben artık gitmeliyim dedin. Evden çıkarken anneme yine gelirim dedin, halbuki gelmeyeceğini ikimizde biliyorduk. 
Okula geldiğimde ilk işim seni bulmak olmuştu. Niye gelmedin dedim; hasta değildin ki notları da benden çektirirsin diye geçiştirdin. Arkadaşlarımızın yanında aynıydın ama yalnız kalmamak için çaba gösterir gibiydin. En sonunda bir gün not alma bahanesiyle evinize gittim. Kapıyı baban açtı evden çıkmak üzere olduklarını ama senin evde olduğunu söyledi. Tam sana sesleneceklerdi ki rahatsız etmeyin ben çıkarım dedim. Annenler evden çıktığında ben kapıyı nasıl çalacağımın ve sana ne söyleyeceğimin hesabını yapıyordum. Her seferinde vazgeçiyordum. Sonra mutfağa inip çay yaptım, senin en sevdiğindi. Kapıyı çaldım, gel anne dedin. Aralıktan fincanları gösterip misafire yer var mı diye sordum. Sessizlikte ne diyeceğini düşündün, zoraki sevinç kattığın sesinle gel tabi dedin. Okuldan konuştuktan sonra sence de artık konuşmamız gerekmiyor mu diye başladım söze. Ne konuşucaz ki dedin. Aslında sen hep böyleydin var olan şeylere bozulur sonra yokmuş gibi davranırdın. Anlatmaya başladım herşeyi. Sessizce dinledin. Ne diyeceğini bilemedin. Seni zorlamak istemedim defterimi aldım ve evden ayrıldım. Bu arada mezuniyet yaklaşıyordu ve biz konudan hiç bahsetmiyorduk. Kimle geleceksin diye soranlara adayım yok ki sende yalnızsan seninle giderim diyordun. Halbuki sen de biliyordun kimse olmadığını...

O gün kapınızda arabayı park ederken kalbim yerinden çıkabilirdi. Kapıyı çaldım ve yine baban açtı kapıyı. Henüz hazır olmadığını söylediğinde içerde muhabbete başlamıştık bile. Ne de çabuk büyüdüğümüzden bahsedip üzerine kadınlar hakkında küçük  dedikoduyla devam etti konuşmasına. Okulun bittiğinden bahsedip biri olup olmadığını öğrenmek için ağzımı aradı. Telaşla ağzımdan yok diye çıkıverdi. Ben şaşkınlıkla ne dediğimi düşünürken, baban ne de güzel olmuş benim kızım deyiverdi. Arkama döndüm ve seni gördüm... Ağzımdan çıkabilen tek şey ne güzel olmuşsundu. Bakıyordum sana, sen ise gülümsüyordun. Baban hatırlatmasa sanırım geç kalırdık. Elini mi tutayım, koluna mi gireyim bilemedim. Yolu gösterebildim sadece sana, sanki kaç yıllık evini bilmiyormuşsun gibi...Arabaya bindiğimizde iyi misin diye sordun. Ben niye sorduğunu anlayamamıştım ama iyiyim dedim. Arabadan indiğimizde koluma girdin. Hadi bakalım eğlence başlasın dedin. Beni nasıl da biliyordun... Bütün gece eğlendik. Farklıydın o akşam, kafamı ne zaman çevirsem göz göze geliyorduk. Gece bittiğinde daha doğrusu günün ilk ışıklarıyla seni eve bırakırken, eve gitmesek olmaz mı dedin. Deniz kenarına gitsek mesela çay içsek... Olur dedim. Arabayı park ettik ve çaylarımızı söyledik. Korkularını, okuldan sonraya dair hayallerini anlattın. Sonra omzuna yatabilir miyim dedin ve cevabımı beklemeden uyumaya başladın. Uzun süre seni izledim. Bu yüze ne kadar zamandır bakıyorum diye düşündüm. Ne kadar zamandır aşığım...Hatırlayamadım. Sonra uyuyakalmışım. Sesini duydum; burnumun dibindeki gevrek kokusuyla gözümü açtım. Günaydın uykucu uyan artık dedin. Arabada kahvaltı yaptıktan sonra eve bıraktım seni. Yanağıma kondurduğun öpücükten sonra teşekkür ederim dedin. Sarıldın. Her şey için diye ekledin. Salakça sırıtmak neymiş o gün öğrendim ben arkandan bakarken...
Okuldaki grup tatil planı yapmıştı. Gidelim mi diye aradın beni. Olur dedim. Ben sana hiç hayır diyemedim ki. Otobüse binerken kolumdan tutup çektin yol arkadaşım benim diye. Yol boyunca konuştuk, uyuduk. Fazlasıyla rahattın, rahatlığın sayesinde bende rahattım.
Akşam otele dönerken hadi çay içelim diye tutturdun. Gruptan ayrılıp limanda yürümeye başladık. Bir an durduk önüme geçtin elimi tuttun ve yürümeye başladın. O an sımsıkı tuttuğum eli bırakmamaya söz verdim kendime...
Milat o tatildi bizim için. İkimizde harika vakit geçiriyorduk. Mutluyduk. Sonbaharda iş başvurularına başladık. Ben burda iş bulabilmiştim, sen bir türlü istediğin gibi bir şey bulamıyordun. İstanbul' a gitmek istediğini söyledin. Biz ne olacağız dediğimde ben seni seviyorum, ayrılmamız gerekmiyor dedin. Başvurularını yaptın ve iki ay sonra cevap geldi. İşe başladın. Benimse aklım hep sendeydi, sürekli arıyordum, üç haftada bir yanına geliyordum. Başta hoşuna giden bu ayrıntılar bir süre sonra canını sıkmaya başladı. Bir gün sen bana güvenmiyorsun dedin. "Zorluyorsun beni. Ben seni bu kadar severken, kırılıyorum...İçimdekileri tüketiyorum. Birbirimizi o kadar iyi tanıyoruz ki, birbirimiz gibi olmaya başladık. Bu da bize önemsediğimiz ayrıntıları göstermez oldu. Daha sağlıklı devam edebilmek için, birbirimiz için önemimizi hatırlayabilmek için belki de en iyisi ara vermek...Bu süreçte tabii ki görüşelim, konuşalım ama arkadaş gibi."
Tamam dedim, senin için böyle iyiyse böyle olsun. Ben sana hiç hayır diyemedim ki...Otobüsüme uğurladın beni. İnince haber ver diye ekledin. Halbuki aradığımda ne konuşacağımı bilememiştim. Sonra ki görüşmelerde de aynı sorunu yaşadım hep. Seni görmek beni mutlu ederken, arkadaşlık oyununu oynamak ne de can acıtıcıydı...
Aradan üç ay geçti...Ve ben yan koltuğunda bir demet papatyayla eski bir otobüsteyim. Sana geliyorum. Bir su damlası insana bunları yazdırabilir mi diye düşünebilirsin... Bir su damlası insanı geçmişiyle yüzleştirir, pişmanlıklarını açığa çıkarır, hayatın farkına vardırır. Yolları bağlar, yan koltuktaki papatyayı büyütür. İki kıtayı birbirine bağlar; tıpkı beni sana bağladığı gibi...

4 Şubat 2011 Cuma

modern masallar

iki kelimeydi bağlamaya yeten insanı tıpkı ayırmaya yettiği gibi..

Bir maille başladı her şey. Yazar alımları başlıyor. Gözleri parıldadı uzun zamandır tam da beklediği fırsattı.Uzun yaz günleri ancak böyle bir uğraşıyla geçerdi.
Hemen başvurusunu yaptı ve bir kaç yorum girdi. Büyük bir heyecanla haber beklemeye başladı. Her gün yaptığı ilk işti bilgisayarına bakmak. 2 gün sonra "yazar olarak kabul edildiniz yorumlarınızı bekliyoruz" mailini gördü. Çekingenlikle gezindi parmakları tanıdık olan klavyede. Kendini tanımadığı ortama girmiş yapayalnız  biri gibi hissetti. Korkarak ilk yorumunu girdi ve gönderdi. Beklemeye başladı; insanların ne düşündüklerine çok önem verirdi. Derken bir mesaj geldi. "hoşgeldin yeni üye; acemilik kolay atılır merak etme noktalama işaretlerine dikkat et" diye. Panikle neler yazdığını gözden geçirdi, hızlıca düzeltti. Aradan geçen günlerle çekingenliği azaldı ve yorumlara devam etti. Sevdiği, hoşuna giden şeylere yorum yapıyor, sözlükte inanılmaz zaman geçiriyordu. Derken ilk mesajını aldığı kişiden mesajlar gelmeye başladı. Ortak zevkleri üzerine, zamansız uzun konuşmalar başladı böylece. İnsanın tanımadığı birine kendini özgürce anlatabilmesinin hazzına vardılar. Birbirlerini sorgulamadılar oldukları gibi kabul ettiler. Soru sormadılar; geçmişle, başkalarının onlara yüklediği yönlendirmelerden her şeyden uzak olarak yaşadılar. Kendilerine verdikleri isimleri vardı sadece o kadar. İnşa ettikleri yapay dünyalarıyla, kendi öz gerçeklerinin farkına varmanın keyfi içindeydiler. 
Aralarında bir şeyler olduğunun ikisi de farkındaydılar ama bunlar söze dökülmemeliydi. Çünkü dile gelmek korkutucuydu; düşünmek bireysel bir şeyken, dile gelenler karşılıklı kabul gerektirirdi. Kabulsüzlüğe ikisinin de dayanacak gücü yoktu. Farkında oldukları ama dile getiremedikleri sözleşme gibiydi aralarındaki gizlilik.
Güzel günlerden bir gün, M. daha fazla tutamadı içindekileri, halbuki teknoloji soslu inşayı baltalamak gibiydi bu. Neler hissettiği anlattı korkarak, çekinerek karşılık bulamamanın korkusundan çok kaybetmenin korkusunu içinde yaşayarak. Tepkisiz kaldı Y. tepkisizlik en büyük tepki gibi geldi M ye. Farkettirmedi ama kırıldı içten içe. Bi parça da rahatladı birine, hemde içini bu kadar iyi bildiği birine içini boşaltmanın tarifsiz rahatlığını yaşadı. Aradan geçen bir kaç gün hiç konuşmadılar. Y. ne diyeceğini bilemedi. M. onunla konuşmak istemediğini düşündü. Çabalamadılar, dile gelmesinden korktukları şey, ortaya açıkça  dökülmüş ve  bu onları fazlasıyla rahatsız etmişti. M. pişman oldu, konuşmanın en başında birbirlerine verdikleri sözü bozduğunu hissetti. Son bir mail atarak, adresini ve sayfasını kapattı.
Y. eve geldiğinde telaşla açtı bilgisayarı. Aralarındaki anlamsız oyuna son verme kararı almıştı ki maili gördü.  "Oyuna son vermek sanırım benim görevim olmalı. Gizlilik ilkesini bozdum ama pişman değilim belki hissettiklerimi sana söylemeseydim her şey daha güzel olurdu. Ama o zaman sana ihanet etmiş olurdum. Sana yalan söylemek en son istediğim şeydi. Yapamadım. O yüzden belki de en güzeli burda sonlandırmak. Geçirdiğimiz zaman için çok teşekkür ederim. İlk defa kendimi rahatlıkla ortaya koydum. Kendine iyi bak..." Y. şok olmuştu. Ona hissettiklerini anlatamadan bitmişti. Ulaşmanın yollarını aradı, bulamadı. İlk defa o an, gerçeklik denizi dedikleri şeyin ne kadar büyük bir belirsizlik olduğunu farketti. Onun hakkında o kadar çok şey bilirken hiçbir şey bilmemenin acısını hissetti içinde. Bir parça da suçladı onu. Bu kadar çabuk mu vazgeçebildi düşüncelerinden dedi. Her gün umutla bir mesaj bekledi ama gelen yoktu.

Sabah gözlerini açtığında bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun hışmına uğramış, işe geç kalmıştı. İnatla bilgisayarını açtı. Gönderdiği cevapsız maillere bir cevapsız mail daha ekledi umutla. Sonra koşarak evden çıktı. Bu havada taksi bulmak yapılabilecek en zor işti. Otobüs durağına yürüdü. Taksilerin durmadığı gibi onu baştan aşağı ıslatmalarına saydırdı içinden. Durağa yaklaşırken kalkan otobüsü gördü yetişmek için koşarken dosyasını suyun içine düşürdü, lanet etti yağmura, durmayan taksiye, şöföre, hatta M' ye bile; yanlız bıraktığını  düşündü hemde ona en çok ihtiyacı olan zamanda. Kafasını kaldırdı, otobüsü zaten kaçırmıştı bir de üstüne heba olan dosyası onu kendine getirdi. Yanında duran otobüsün farkına vardı. Hemen koştu yetişme çabasıyla o arada birinin ona otobüse binmek için omuz atmasıyla  sarsıldı. Ne kadar kaba biri diye acımasız bakışlar atmak için döndü, omuz sahibi kişiye. Yağmurda ıslanıp sırılsıklam olan kedilerin hüzünlü gözlerini gördü derin bakışlarda. Tabi bide elindeki kırık şemsiyeyi. O da yağmura lanet edenlerden diye düşündü. Panikle otobüse atıldı, ağzını açmadı yol verdi. Bazı zamanlarda centilmenlik beklemek hayalden başka bir şey olmuyordu. Otobüse bindi ikiside; kırık şemsiyeli cam kenarına geçti. Yanındaki boş koltuğa da ıslak dosyayısıyla oturdu. Y. mendil aradı çantasında; hiçbir zaman düzenli olmadığını yüzüne vurdu çantası. Bulamayınca koluyla çamurları temizlemeye çalıştı aceleyle. O arada kırık şemsiyenin yere düşmesi kendine getirdi cam kenarı yolcusunu. Yanında oturan kıza baktı göz ucuyla burnundan su damlıyordu. Sonra çamurları silmek için harcadığı çabayı izlemeye başladı kendini alamayarak. Cebindeki mendili hatırladı. Tam vermeyi planlarken ıslanmış olduğunu hatırladı. Vazgeçti. Bazı zamanlarda kendimize karşı fazla kontrollü oluruz ya bu da öyle zamanlardan biriydi. Derken durağa yaklaşmalarıyla birlikte cam kenarı yolcusu izin istedi kalkmak için.
Akşama doğum günü kutlamak için bara gittiler. Mehmet yine gecikmişti, arkadaşlarının dırdırına ve internet  tutkunluğuna edecekleri laflar için kendisini hazırlamaya başladı. İçlerinden biri konuştuğun kız nasıl diye soruverdi. Apansızca, aniden. İnsanlar böyle diye içinden geçirdi Mehmet; yutkunamadı uzun zamandır yok saymaya çalıştığı gerçekle yüzleşti. Olmadı ya boş verin ,boş hayaller dünyası benimki diye geçiştirdi. Gruptan başka biri internetten aşk olunmayacağını söylemiştik biz sana dedi. Tanıştırıcaktık seni Yağmur'la neyse geç değil bu akşam tanışırsınız artık diye zorladı onu. Diğeri ise o da tam senin kafadan net ortamları çok sever diye anlatmaya koyuldu. Mehmet ise bir an önce gitmek için planlar yapıyordu. Sıkıntıyla etrafına bakınırken tanıdık bir yüz gördü. Aslında minik bi fotograf karesi. Bugün çamurlu dosyasıyla kavga eden kız değil mi o diye düşünürken arkadaşı koluna girdi hadi dercesine. Mehmet bir anda kendini kocaman bir grubun içinde buldu. Çoğunu tanıyordu iş arkadaşlarıydı. Aralarında tek birini tanımıyordu, onun da sırtı dönüktü gruba; galiba telefonla konuşuyordu. Mehmet önemsemedi, yüzünü de tam göremiyordu zaten. Bugün kırık şemsiyesiyle işe geldiğindeki komik halinden bahsetmeye başladılar. Mehmet kızardı , çocukluğundan beri en sevmediği özelliğiydi bu. Gözlerini kaçırmaya çalıştı. Kafasını kaldırdığında kendine ışıldayarak bakan yanlız değilsin diyen gözleri gördü. Yüzü aydınlanıverdi. Derken gruptan biri konuşmaya başladı 
"Siz tanışmamıştınız sanırım. Mehmet bu da okuldan arkadaşım Yağmur..."

27 Ocak 2011 Perşembe

hani

fon müziği gibi
insanların dikkatini çoğu zaman çekmeyen belki
yokluğunda damağında eksiklik tadı yaratan hani;

adının eksikliği olduğunu söyleyip de
eksikliğin adını söyleyememek hani;

arka plan resmi gibi
olmayan ortamları varmış gibi göstermek belki
olunamayanlara aitmiş gibi oynamak hani;

rol yapmanın en büyük oyun olduğunu öğrenip de
oyunun rollerini bir türlü paylaşamamak hani...

25 Ocak 2011 Salı

fincan

sıcak buharla geldik kendimize
aldığımız her yudum gerçeğe yaklaştırırken bizi
sonlardan korkmayı öğrendik
tıpkı  çayın soğumasından korktuğumuz gibi

her başlangıç bi önceki sona dairdi aslında
sonlar olmalıydı ki
yeniden yaratma olsun
yenilenme olsun;

her bahar kışa inat açan çicekler
sonbahar sonundaki yıkımın toparlanması değil miydi...

sonra
fincanın dibindeki ılımış çaya baktı,
kararsızlığın yansımasını gördü
nereden baksan
bir tatlı kaşığı renkli suydu...

esen soğuk rüzgar işaretçisi oldu belki değişimin
ve derin bir nefesle birlikte
son yudum...

24 Ocak 2011 Pazartesi

akvaryum

en küçüklerinden hani
tek balığa ait olanlardan
onlardan biri işte;

tekil yaşamlara alışmış
akvaryumun camından bakmış dışarı
hezimetinden kaçarken dünyanın;
el sallamaktan başkası gelmemiş elinden
izlemiş sadece dünyayı...

kimi demiş ki
söyle istediğini nasıl olsa
hatırlamaz;

insanlar sevinçle anlatmış herşeyi cam bir yüzeye
insanların veremediklerini
cam bir kutudan beklemeye başlamışlar
cam kutu aslında hepsiymiş;

şeffaf olmasına rağmen
kıvrımları asla net olmayan
dıştan fazlasıyla büyük olup,
gözde büyütülen...

bu dünyaların renksizliğinden şikayet edenler
renkli taşlar, yosunlar, yapraklar ekleyivermişler
düzene el atmışlar
dışardan bakanlar etkilensin güzelliğinden diye
güzel şeyler düşünülsün diye belki de;

değişmeyen tek şey unutulmuş meğerse,
zaman...

zamanla hepsi birbirine benzemeye başlamış
zaman renklerin parlaklığını azaltmış
ve sonunda her akvaryum ne kadar farklılaştırılmaya çalışılsa bile
kaderinin aynı olduğunu
yalnızlığının ve yalıtılmışlığının farkına varmış...

22 Ocak 2011 Cumartesi

renk

ne kadar çoksunuz diye düşündüğüm zamanlardan biri sanırım;

bakıyorum da aslında çoğu ne kadar silik
belki de hep öleydiler
ben onlara kendimden çok şey kattım sadece
çoğu zaman olanı olduğu gibi görmek yerine
görmek istediğim gibi görmenin
daha az kırıcı olduğuna inandım belki de;

bu yüzden sanırım
kendimden renk katmaya
olanı daha belirgin hale getirerek
kıymetli kılmaya
daha da büyütmeye çalıştım;

hala elimdekilerin gücüne inanmaya çalıştığım zamanlar bunlar sanırım;

hala kafa tutmaya çalışmam mesela
o kadar siyah olamaz diye söylenmem
diğerinin
çok kırmızı olmasına inatla karşı çıkmam gibi;

halbuki ne kadar kolay olurdu
her şeyi olduğu gibi görmek
her renkte minik pırıltılar aramaya çalışmadan
silik ya da keskin diyip
sadece onu kabullenmeyi
seçebilmek;

belki de hepimiz için daha az yorucu ve yıkıcı olurdu...

4 Ocak 2011 Salı

iki

günlerin önüne getirdiğimiz
"büyük" sıfatıyla
beklentilerimizin çapını belirleriz aynı anda

büyük kararlar, yeni başlangıçlar
hayata dair, geleceğe dair ...
iddialı sözler;


zaman geçtikçe görürüz ki
değişen biz değiliz aslında
sadece zaman..

sonra;
iddialı sözlerle eşitleniverir
değişmez gerçekler..

halbuki
kararlar almaktan öteye
odaklanmak lazım

İstemek lazım;
iddialar yerine değişmeyi istemek lazım

Korkmamak lazım;
değişmeyendeki değişeni bulmak lazım

İfade etmek lazım;
görmeyen gözlere dil olmak, kulak olmak lazım...

aslında
üç harften ibaret olmayan bi sesleniş bu
yoğunluğunun altında ezilen birazcık belki
pişmanlıklar...

ve sanırım
yılbaşı kartlarına yazılan
dilekler gibi
gülümseten
kocaman ve samimi laflar...

duyulmaktan hoşlanılan ama
hayattaki karşılığıyla pek ilgilenilmeyen...

hayal

yok gibi mi algılandı
bilemedim...
pembe panjurlar yerini
pembe püsküllere bıraktı sadece

duygulardaki düşünce arttı belki de
sağlam adımlar atmaya çabalarken
sağlam nedir ki diye
sorgulayamadık bile

hala kocaman hayallerim var
tıpkı küçük çocuğun evcilik oyunu gibi..
halatın bir ucunu bağladığım bugün
düğümü iyice sıkıştırdığım
çocukluk hayallerimle iç içe

o yüzden içimdeki çocuk
hala benimle
her seferinde
muzırca gülümsüyor bana
artık benim sıram dercesine
köşe başı sevdası hayalleriyle...

dip not: kuzum bu senin içindi:)

umut

parmakların arasından kayan saçlar gibi
ne kadar uzun olsa da
sonunun geleceğini bilmek gibi...

yalanlar söyledik  birbirimize
halbuki
umut mirasıydı hepimizin.

sonra yeni umutlar bağladık kıyılara
tarihlerini usulca fısıldayıverdik rüzgara
adını unutma dercesine..

kimi yarına dairdi kimi yıllara meydan okuyacaktı
günü geldikçe
salıverdik kıyıdan.

çocuğunu okula gönderen anne gibi
bakakaldık
çoğu zaman bakakalmaktı belki de yapılabilecek en güzel şey

sonra
birden sis bastı ortalığı
beklemek düştü bize..
sonsuz zamansız
rahatsız edici bekleyişler...

önce adlar, tarihler
sonra umutlar
yok oldu..
sonrasında ise
umutların dili lâl oldu...

örümcek ağı

minicik bir ritm...
zaman tünelinde yaşanan yolculuklar
anlamlandıramadığım
göremediğim
yaşanmış ne çok mutluluklar

baktığımda
elimde kalan buruk bir tebessüm halbuki
bunları sen yaşadın diye hatırlatmak istercesine

tuhaf zamanlar bunlar
tek kişilik kalkanların içinde sıkışılan zamanlar
buruk hüzünler
gereksiz duygulanımlar
gittikçe güçlendirilen kalkanlar

ne gereği var ki
uzaklaşmış hayatlara ya da farklı dünyalara dair
hayaller kurmanın..

yorgunluk  belki de
neye dair olduğu bilinmeyenlerden hem de..
bildiğim tek şey var
korkuyorum.

duymaktan görmekten
korkuyorum...
beni korur musun?

öğrendim ki

kimse için ucuz kahramanlık yapmamayı,
çoğu zaman aslında bunu kimsenin önemsemediğini,
yel değirmenine savaş açarken,
neleri kaybedebileceğimi;

kimseyi sevmek zorunda olmadığımı,
aynı şeylerden hoşlanan kişilerin çoğu zaman iki iyi arkadaştan fazlası olamayacağını,
beklentilerimi büyüttükçe,
hayal kırıklıklarımı da aynı oranda büyüttüğümü;

empatinin yalan  olduğunu,
insanların sadece çok renkli tek boyutlu gözlüklere sahip olduğunu,
belki de
akıllara asla ulaşamayacağımı;

dünyanın ne kadar kalabalık olduğunu,
ne kadar  çok insanla aynı dili konuştuğumu,
buna rağmen hala anlaşamadığımızı;

her kayıpta,
her vazgeçişte,
biraz daha kendime yakınlaşmayı,
hepsine rağmen mutlu olabilmeyi öğrendim.

belki de sadece kendimi kandırdım...

"ataol behramoğlu' na saygıyla:)"

sepya

farklılıkları kabullenmek zordur
varlığı ne kadar rahatsız ederse
yokluğu da o kadar tekdüzelik

halbuki renklerdir farklılık yaratan
tıpkı iki ucun arasındaki muhalif sepya gibi
kötü olan her şeydeki aydınlık gibi
gecenin ateşböcekleri gibi..

sonra bir an cümbüş kamaştırıverir gözümüzü
yoklarmış gibi davranırız.
mış gibi hayatlar yani.
mutluymuş gibi gözükmek
seviyormuş gibi dokunmak..

terazi

kimse kolay olduğunu iddia etmedi
öyle olabileceğini düşünmek
çocukluk düşlerinden farksızdı aslında
dışı ne kadar renkliyse
içi de bir o kadar sığ

o yüzden belki de
anlamak,
gerektiğinde
sınırlarla ölçü arasındaki eşsiz dengeye güvenmek...

nokta ve dün

noktalar sahiplerini yansıtırlar
kimileri daha büyük ve belirgin iken
kimileri daha siliktir.
çoğu zaman virgülle karıştırılır.
virgül olduklarını farkettiklerinde ise
noktanın karşısına geçerek
dünden bugüne seslenmeye çalışırlar
halbuki dün tarihtir
bugün zaten geçmiştir.

masal

önce derin bir sessizlik varmış
cadı bölmüş sessizliği
inanmayın demiş masallara
hepsi safsatadan başka bir şey değil
insanoğlu dayanamamış sormuş
peki nasıl kurtuluruz?
cadı vermiş cevabı
kapayın gözlerinizi
duymayın
önemsemeyin
hiç olmamış gibi yaşamaya devam edin

söz

yeni bir şey söylemek zordur çoğu zaman..
zorluk ağırlığındadır aslında,
taşıyabilmeyi gerektirir.
bunun yerine alıntıları tercih ederiz
cümlelerden hayatlardan alıntılar yaparız
nedeni onlar kadar iyisini söyleyememek mi
ya da
ait olanı sahiplenmekle,
sahipsiz bırakabilmenin
dayanılmaz kolaylığı mı?

gizem

Uğuru falan yoktur aslında
kendini öyle hissetmekten başka

küçük bir çocuğun şımarıklığı değil bu
zırhı belki sadece
gücü de yoktur zannımca

çevresine baktığı kalınlık arttıkça
bağlanılan şeylerin içine baktıkça
büyüttüğü derinlikle yüzyüze geliverir
apansızca..

sorsan anlamlandıramaz ne kendini
ne çevresini
her şey farklı her şey yabancı

belki de bu yüzden
hayata seçtiği aracı kendine de aracı...

...

söyleyecek çok şeyim olduğu için mi
yoksa belirsizlikten mi?
ya da her noktaya bir şeyleri bitirme kararıyla başlayıp
beceremediğim için mi devamı?
belki de sonlandırmayı sevmediğim için
noktanın keskinliğinden ve sonlu olmasından
noktaların belirsiz belirginliğine kaçmak
tekil hayatların mutsuzluk olduğunu içten içe bilerek
çoğul hayatlara yelken açmak mı?

düşünmeden konuşabilir miyiz?

bugün düşünmeden konuşayım istedim. gördüm ki insanlar duymaz olmuş gerçekleri. gözlere anlatmak lazımmış bazı şeyleri. önce hızlı adımlarla ama geçersiz bahanelerle gelip aynı hızla gitmeyi bilenlere el salladım, iliştirdiğim minik tebessümle sıradanlığını haykırırken yüzüne. sonra yanımda olanlara çevirdim yüzümü, kocaman gülümsemeyle baktım onlara. sanırım insanlara değerlerini anlatmanın "basit bir mimikten" ibaret olduğunu öğrendim