7 Şubat 2011 Pazartesi

anahtar

Bir yol hikayesiydi bu kendimden kaçış belki de. Yola çıkarken bazı kararlar aldım kendimce. Burdayken kendimden uzaklaşamıyordum. Eğer ben hep benleysem, uzaklaşmak da yeterli değildi demek ki. İşte tam da bu yüzden aldım bu kararı.
Öncelikle mevsim kış...O nedenle her yer boş; bunu dile getirmek bile beni tahmin edilemeyecek düzeyde mutlu ediyor. Yazın manasız kalabalığından sonra sadece dinlemek çünkü amacım. Biraz kaplumbağa gibiyim aslında. Kendi dünyama dönme çabası belki benim ki. Bu çabamda sırtımdaki çantayla yaşlı bir kaplumbağanın rolünü üstlendim kendimce. İçindekilerse çoğuna göre gereksiz ayrıntılar. Birkaç başucu kitabı, müzik çalarım, kilitli deri defterim, kalemim ve tabii ki fotograf makinem. Bakmayın böyle dediğime ,usta değilim aslında; kendim çalıp kendim oynamak gibi benimkisi...boş zaman uğraşısı, anlatımı kolaylaştırmak. Dilin anlatamadıklarında göze hitap edebilmek...
Bu yolculuk hiç kolay olmadı aslında çoğu şey için kocaman olan ben; tek başına yolculuk için fazla küçüktüm ailem için. Zaten hiç anlamadım ki kime göre küçüğüm kime göre büyüğüm. Mesela dünya için çok mu küçükken, hayallerim için çok mu büyüğüm?
İlk tepkiler beklemem üzerineydi. Sanırım korktular zarar vermemden, uzun süre benden haber alamamaktan belki. Halbuki fark etmediler yanlarıydan kendime en büyük zararı verdiğimi. Her gören göze karşı anlamsız maskelerle güldüğümü, onları mutlu etmek isterken kendime yabancılaştığımı, yorulduğumu, yaşlandığımı...
Bu sefer kendim için bir şeyler yapmalıyım dedim. Önemsemedim. Sanırım birazcık kırıldılar ama geriye baktığımda, insan tekil mutluluklar istiyorsa çoğul mutsuzluklar yaratıyor öncelikle. Peki çoklu mutsuzluklardan tek kişilik mutluluk yaratmak bencillik değil mi... Her sorunun bir cevabının olmasına gerek yok ki ..Bu seferlik es geçme lüksünü tanıyorum kendime..
Yola çıktığımda asıl soruyu sormayı unuttuğumu farkettim. Rotam neresi? Bu kadar büyük kararı sorgusuz sualsiz alan ben, rota konusunda birazcık muhafazakar davrandım  biraz da elimde olmadan. Çevremden uzaklaşmak isterken bir adım ötede olduklarını bilmek sanırım iyi hissettiriyordu bana. Ne kadar büyüdüğünü söylesen de çocuksun diye geçirdim içimden.
Altı vitesli bisikletim geldi birden aklıma; sonra tekerleklerine taktığım renkli boncuklar..tekerleği çevirdikçe dönen demirlere hayretle bakarken, büyüsüne kapılırdım... Derken yedek tekerlekleriyle bindim önce sonra tek tek çıkan tekerleklere rağmen güvencem hep benimleydi. Babam arkamdaydı; sür korkma arkandayız diyordu. Bir an önce yanlız sürebilmek için çabalarken her seferinde sorardım tutuyorsun, bırakmadın dimi beni? Nasıl bir çelişkiyse yıllardır özgür olmak için herkese, her şeye çaba verirken bir yandan bağımlı olmak için bağlarımızı sıkıştırmayı unutamadık...
Evet rotam belki de bu nedenlerle yakın yerler oldu. Kafamda net olan tek şey ilk yapacağım şeyin tren yolcuğu olmasıydı. Bunu düşünürken düdük sesiyle kendime geldim trenim kalkmak üzereydi hadi dedim yeni başlangıçların zamanı. Kılıf değiştirme zamanı. Tren şehirden uzaklaşırken ben ferahladım, daha rahat nefes alabildiğimi farkettim. Düşen yağmur taneleri yeşili nasıl da harika bir tona bürümüştü. gerçek yeşile ne kadar uzak kaldığımı farkettim çimen yeşili diye gösterilen kazağı hatırladım. Doğadan uzaklaştıkça doğaya özlemin artması böyle bir şeydi sanırım. Deniz mavisi, portakal rengi, güneşin batışındaki kızıllık... En son hangimiz bu renkleri gerçekten gördük acaba? Yoksa çoğunu boya kartelalarından mı öğrendik tarih kitaplarındaki savaşlar gibi?
Yolcuğum devam ettikçe treni neden sevdiğimi farkettim. Otobüsler, arabalar yollar üzerine yapılır bu nedenle de kalabalıktır halbuki raylar farklıdır; günde belki tek bir trene yoldaşlık eder, onun dışında yalnızdır. Aslında farklı bir hayat çizgisine sahiptir. Bir bakarsınız elinde sopasıyla bir çoban koyunlarını toparlamak için koşuşturur demirin iki çizginin ortasında, ya da çocuklar için oyun parkıdır. Hemzemin geçitler trene inen engel olduğu gibi hayatlarına engeldir insanların...
İnsanların bile olmadığı bir çok istasyonu geçtikten sonra ilk rotamda indim. "Ödemiş" Beş dakika içerisinde kendimi pazarın karmaşasının içinde buldum. Tüm gün dolandım gözleme yapan kadınları izledim. Bu mevsimde harika kokulu domatesler bulabilmenin yüzüme yansımasıyla çocuk parkında kırmızı domateslerle gözleme yerken buldum kendimi. El işlerinin satıldığı pazara daldım halbuki hep kaçardım burdan. Kadınları izledim her oyanın ne kadar emek olduğunu ne kadar onları yansıttığını düşündüm. Sonra bastıran yağmurla havanın karardığını görünce ara sokaklara vurdum kendimi. Bu sokağın sonu arnavut kaldırımı olmalıydı diye hatırlamaya çalıştım. Hala aynı olduğunu görmenin şaşkınlığıyla düzenli çalışmayan belediyelere karşı sevinç besledim içimde. Yağmurdan evlerine kaçanları izlerken, deli gibi bana baktıklarını gördüm yağmura rağmen neden böyle yavaşça yürüdüğümü anlamaya çalışıyorlardı sanırım. Halbuki basitti ben onların kaçtıkları şeye buraya, sokaklarında oynadığım, gece gündüz çiceklerinden topladığım tohumlarla savaştığım günlere geri dönmek istiyordum.
Arnavut kaldırımın bittiği yoldan sağa saptım. Beş dakika yürüdükten sonra kafamı kaldırdım  iki katlı heybetli evin önünde küçücük olduğum zamanları hatırladım. Çantamı kurcaladım, anahtarları buldum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde bayramlar geldi gözümün önüne, merdivenlerin karşında elini uzatıp öpmemizi bekleyen anneannem ve mutfaktan gelen enfes patatesli köfteyle pilav kokusu... Bu ev hep böyle soğuk muydu diye düşündüm. Binaları sıcak yapan şey eşyalar değil insanlardı. Buna rağmen dekorasyon çılgınlığının olması ne kadar komikti... Odaları tek tek gezdim, koltukların üstündeki beyaz çarşafları kaldırdım. Çerçevelerin tozlarını sildim. Çocukluk ve mezuniyet fotograflarımızı gördüm. Ne kadar da severdi anneannem torunlarıyla övünmeyi nerelerde olduklarıını söylemeyi...
Dolabı açtım lavanta kokusunun yerini alan rutubet ve nem kokusuyla yüzleştim. Her şeye rağmen tanıdık huzuru bulmak nasıl da güzeldi.
Kumruların sesleriyle açtım gözlerimi. Çocukken ne söylediklerini anlamak için ne kadar da çok uğraşırdım. Her şeye anlam yüklemeye çalışırmışım halbuki ne boş uğraşmış. Hemen toparlandım ve yola çıktım  garaja giderken fırına uğrayıp taban gevreğiyle, tulum peyniri aldım. Gevreğin çıkmasını beklerken fırındaki çırakla sohbet ettik. Burdan değilsiniz galiba dedi. Şansımı zorlamadım evet dışardanım diye geçiştirdim. Fırından çıkan sıcacık gevreğim, peynirim ve ben şimdi eski bir minibüsle yola çıkmıştık. Keşke çay olsa diye geçirsem de içimden yetinmeyi bilip gevreğimden kocaman bir ısırık aldım.  Cebimdeki halkadaki ilk anahtar geride kalmıştı ve önümde daha üç tane vardı...
Dağ yolundan Kuşadası'na giden bu arabanın, insanların unuttuğu köylerden geçme gibi değişik bir güzergahı tercihi vardı. Çok dikkatli olmak gerekirdi bu yolda her an önünüze bir şeyler fırlayabilir uçan tavuklar görebilirdiniz. Bense köy kahvelerini izlerdim hep bu yolda. Erkeklerin tüm gün bu kapalı mekanlarda neler yaptığını düşünürdüm... Aştığımız dağların ardından gözüken denizle, geldik dedim içimden. Şehir merkezine giden kavşakta indim ve sokaklarını arşınlamaya başladım. Yanlız da değildim,  köpekler yolculuğum boyunca refakat etme inceliğini esirgemediler benden.  Tarihi kapıdan geçip çarşıya girdiğimde tadilat için bile erken olduğunu düşünen kepenkler karşıladı beni. Bomboş sokakta yürürken, insanların yürüdüğünü hayal etmeye çalıştım. Ana caddeye indikten sonra kaleye doğru yürüdüm. Kaleyi izleyerek çayımı içtim. Dolmuşların az olduğunu hatırlatan muavini dinleyerek durağa yürüdüm. Uzun bekleyişten sonra bindiğim dolmuşla çocukluğuma daha da yaklaştığımı hissettim.
Dolmuştan indiğimde, eve gitmeden kumsala  doğru yürüdüm; eski şezlongları kaldırmamışlardı. Güneşin batmasını beklerken düşündüm yaşadıklarımı, sıkıldığım  o uzun yaz tatillerini, belki de bu şezlongda ayı izleyişimi... Güneşin batmasıyla rüzgar içimi titretti ve eve doğru ilerledim. Eskimiş hamak ve kirlenmiş limon sarısı teyze evi karşıladı beni. Kapının iki yanındaki papatyalar inatla baharın güzel yüzünü bekliyordu ilk çiçeğini vermek için. Salıncağın nasıl paslandığını gördüm. Sallanarak uyuduğum günleri hatırladım. Evi gezmeye başladım. Üst kata çıktığımda kuzenimle kaldığımız odanın kapısındaki boy çentikleriyle karşılaştım. Parmak uçlarında boyunu uzun göstermeye çalışan iki kız çocuğu geldi gözümün önüne... Bir şeyler yedikten sonra siteyi turlamak için dışarı çıktım. Kışları yarı dolu olan havuzun yanına yaklaştım; kurbağalar yine keyifteydi. Çocuk parkının boyalarını nasıl da eskimiş... Birlikte sallandığımız insanlar nerede diye düşündüm. Rüzgardan çok düşüncelerim titretti içimi bisikletle birkaç tur attıktan sonra eve geri döndüm. Şöminenin ateşine bakarken buraya dair düşüncelerimin nasıl değiştiğine şaşırdım...
Yine minik bir dolmuştayım bu sefer ki yolum minik bir balıkçı kasabası ."Urla" çocukluğum diğer tatil mekanı. Kalamarı, dil balığı, çim çim'i, deniz kokusu. Denizden ayrılıp yeni denize yaklaştıkça genizimdeki ateşin arttığının farkına vardım. Düşününce sırt çantasıyla yola çıkma kararından beri benimleydi bu ateş; vazgeçme bu sefer olmaz diyordu. Dolmuş Güzelbahçe'de deniz kenarında ilerlerken camı açtım,  yağan yağmurla birlikte temiz havayı içime çektim. Yanımdaki teyze söz ucuyla kınar bir bakış attı bana aldırmadım. Öndeki yaşlı amca üşüdüğünü dile getirdiğinde mecburen kapattım camı.
Pazar yerine gelince indim dolmuştan. Deniz kenarına çıktım. Denize taş atarken nasıl düştüğüm yerdeydim. Hala o gün ki gibiydi yengeç doluydu.  Yürüdüm. Tipik bir balıkçı kasabasıydı ve her yer boştu... Çevrenin ne kadar değiştiğini izledim. Değişmeyen tek şey balık restoranlarının kapısındaki ısrarcı kedilerdi. İttim kapıyı balon balığı karşıladı beni; şişmek için fazla gecikmişsin diye düşündüm. Balık çorbasının siparişini verdim hemen. Nasıl da özlemiştim bu tadı. Çocukluğumun lezzetiydi hepsi. İlk kez görmüşcesine balık haritasını inceledim sonsuz bir dikkatle...
Sokağa çıktığımda ana caddeden ayrılan yola sağıp rüzgarlı tepeye doğru ilerledim. Bu ismi elbette ben takmıştım. O kadar soğuk olurdu ki akşam uğultudan uyuyamazdım. Okuduğum kitaptan etkilenip adını böyle koyuvermiştim, çocukluk işte. Tepenin üstündeki bahçeli evin kapısından girdim. Kapının yanındaki kocaman kayısı ağacı yapraklarını dökse de asilliğinden pek de bir şey kaybetmemişti. Anahtarlığı elime aldım kapıyı açtım. Halamın evinin kapıları yine bana açıktı. Yolun insanı nasıl yorabildiğiyle o gün yüzleştim ben. Gözlerimin ufaldığını ve sonra açıldığını hatırlıyorum gerisi ise tamamen huzurlu bir uyku.
Sabah erkenden sırt çantamı topladım ve rüzgarlı tepeden aşağı indim. Çocukluğumdaki gibi rüzgarla yarışırcasına hemde; koşarak. Ana caddede dolmuşa bindiğimde şöföre para uzatmak için elimi cebime attığımda anahtarlık geldi elime. Kalan tek anahtar rotamı anlatıyordu bana. 45 dakika sonra trafik hoşgeldin dercesine artmıştı.
Şimdi asansördeyim ve son anahtara bakıp düşünüyorum ne oldu şimdi geriye ne kaldı diye. Kafamı kaldırıp aynaya baktığımda ayna fısıldayıveriyor cevabı bana. Arama yanıtını uzakta, bana bak içine bak cevap hep orda... Yüzümün rengi ne kadar zamandır böyleydi acaba...
Son anahtarla kapıyı açtım ve kendimi koltuğuma attım. Çantamın iç gözünde sakladığım üç zarfı çıkardım halkadaki üç anahtarı çıkarıp zarfların içine birer mektupla birlikte koydum.
"Her şey için çok teşekkür ederim bu süreçte bana karşı anlayışlı davranıp bana evlerinizi açtınız. Yola çıktığımda dört anahtar vardı elimde. Bu anahtarlar dört hayat demekti benim için. Yeni uğraşlar arıyordum belki de bilmeme rağmen kendimden kaçıyordum. Her anahtar hayatımın farklı bir dönemiydi; yaşadıklarımın ve ben'in farkına varmama yardımcı oldu. Anahtarların amacı kapılar açmaktır. Sizin anahtarınız benim yolumu aydınlattı bakınca geriye kalan tek bir anahtar var o da benim. Bu yüzden artık anahtarlar sahiplerine kavuşmalı."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder