25 Nisan 2011 Pazartesi

alıntı

"okumak bazılarına yazmayı öğretirken bazılarına da yazmamayı öğretiyor

insan aklı cidden tuhaf çalışıyor; düşünmemek, akıldakileri boşaltmak için önerilen şey önerilme nedeninden daha büyük hacime sahip oluveriyor. işini gücünü, varolma nedenini unutuyor.imgeler harflere, harfler sözcüklere ve cümlelere dönüşürken, şimdi tam tersi olsun diye çabalamaya başlayıveriyor insan. o yüzden belki de alıntıların gücüne daha çok inanmaya başladım.
yine ve yeniden...

     ...her şeyin geçip gittiğine yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?...

     ...neden rüya görürüz? her şey olup bittikten sonra neden bir de rüya görürüz? karmaşanın keşmekeşin hayatın yorucu zenginliğinin içinde eksik kalan nedir ki uykunun kuytusunda ille de tamamlanması gerekir? rüyamızda birbiriyle ilgisiz görünen ayrıntıları bilincimiz önden gürültülü bir lokomotif gibi çekip bi yere, örneğin bir anlama mı götürür? yoksa ayrıntılar bilincimizin balonuna batan iğneler midir?...

     ...ölümden sonra bir hayat var ve sanki  eşyalar onu yaşıyor. ilk günlerin can acısıyla ne yapılmışsa yapılmış sonra oradan hızla uzaklaşmış herkes. ama kaçtığın yerdesin yine.  bu dünyanın acıları da tıpkı dünya gibi yuvarlak olduğunu kanıtlıyor...

     ...önce aşk vardır. hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize verdiğimiz çiceğin fotosentezi de ondan sonra başlar...

     ... "söyledim ya" diye kestirip atmak ne aptalca bi davranış olurdu.. tekrarın ve hayatın gücünü reddetmek olurdu.hayat tekrarlardan ibarettir çünkü. hayatın gücü tekrarın gücüdür.günlerin, ayların, mevsimlerin gücü.tabi bir de şiirin gücü. şiirin tekrar eden dizelerinin gücü...

     ...birine aşık olunca ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi geçmişini tekrar kurgularsın. basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işaretleri olur çıkar...sınır var mı? ilişkiler için gerçekten sınır var mı? varsa da ikinci sınıf sinema eleştirmenlerinin göremeyeceği sınır bu.  insan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. benim bildiğim tek sınır bu...

     ...bizim büyük çaresizliğimiz ona aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. asıl çaresizlik buydu...

     ...uzağımızdaki her şey biraz olağanüstüdür, olduğundan biraz daha fazladır...

     ...aklım bir dokuma tezgahı gibi mi çalışyordu, her ipten aynı kumaşı mı dokuyordum?...

     ...özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum. ne büyük söz! uç bakalm. sözcüklerden kendine kanat yapanları çok gördük biz...

     ...bu akışın devam etmesi için yaşıyoruz. yaşıyoruz. belki artık yokuş aşağı. sahip olduklarımızı, en başta da o baş döndürücü, o hoş yüksekliği kaybederek.ama yaşıyoruz...

      ...gerçek mi? kendisi de sayısız insan tarafından anlatılmış sayısız hikayeden ibaret olan gerçeği kim bilebilir ki?...

     ...yıldızlı bi gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir.yıldızlara bakarak sadece yıldızları düşünmek gerekir...

     ...yaşamak aslında birbirinden kopuk yaşantılar arasında bağlantılar kurmaktır.bir hatırayı diğerine bir fotograf albümü değil yaşayan bir insan bağlar...

     ...çevresindeki insanların ipiyle sarmalanmış olarak ama yine de onlardan bağımsız, kendisi için...hayatı, büyük çaresizliğimizi, nihayet anladığımızı düşüneceğiz. içimizde bilmediğimiz bir şeylere isyan etme isteği doğacak...


"...uzaktakini çağırıyordu, en uzaktakini
mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu.
gelmesi mümkün olmayanı.
ve bir adım öne çıkıyordu mayıs.

derindekini çağırıyordu, fırtınayı, tekneyi,
yokluğu fark edilmeyeni.
iyiliği çağırıyordu cücelerdeki, kamburlardaki,
kendi içine kıvrılanı çağırıyordu.

gökadaların, çiçeklerin her şeyi içine alan sarmalını.
parmağının ucuyla aşka dokunuyordu.
bir yıldızın ucuna dokunur gibi yanıp sönen.

yürüyordu sonra, birbirine açılan sokakların,
meydanların,pazaryerlerinin ezberlerini bozuyordu:
darmadağınık bi şarkıydı, çağrısı.
yürüyordu, koşuyordu kreşendo toz duman.
ne kadar eşlik etse de keman, dile gelmiyordu acısı..."

9 Nisan 2011 Cumartesi

'zil' e dair

     "Tamam Tekir yemeğini vericem ama azcık sabırlı olsan diyorum. Yaşlandıkça herkes, her şey daha mı az tahammül edilir oluyor acaba?"
     Bu soğukta balkonda yemeğini ayarlamak ne kadar zordu. Dün yağabilecek her şey yağmış geriye soğuğu ve sisi kalmıştı. Karşı caddedeki ağacın çiceklerini soğuğa kurban edeceğini düşününce üzüldü.
     Apartmanın merdiveninde birini gördü. Ne kadar da o gibiydi... Sisin lanet günü bulandırmasına söylendi. İçindeki kıpırtıların farkına vardı, durdurdu kendini  "Burda değil o biliyorsun. Hayallere kaptırma kendini..."
     Kediye mamasını verip yerine geçti. Sehpanın üzerindeki kahvesinden bir yudum aldı ve okunmaktan yaprakları sararmış kitabına geri döndü. Tek bir paragrafı okumak için harcadığı zamana şaşırdı; bir türlü odaklanamıyor, anlayamıyordu. Zaten elleri de hala ısınmamıştı. Ayracı kitabın arasına koydu, koltukta daha dik oturdu birazdan kalkmanın planları yapar gibi. Sonra omuzları çöktü, geriye yaslandı. Kitabı tekrar eline aldı...Tekir ayaklarının dibinde dolanırken çarptığı sehpayı deviriverdi. "Ah be yaşlı kedi yaptın yine yapacağını..."
     Mutfağa ilerledi bez almak için. Antreden geçerken apartmanın ışığının yandığını gördü. Gülümsedi ,yönetici şunun süresini uzatsa ne iyi olacak diye düşündü. Uzandı delikten bakındı siyah saçları ve siyah ceketi gördü. Apartmanın girişinde gördüğü adamdı. Mutfaktan bezi alıp geri dönerken yeri silmeyi bir süre erteleyebileceğini düşündü. Delikten merdiveni izlemeye koyuldu. Biraz bekleyecekti, elbet geri dönerdi. Onbeş dakika içinde dönerse aklı da kalbi de cevabını alırdı. Yok eğer dönmezse yanlış kişi demekti yapıcak bişi yoktu...
     Bekledi, bekledi.. Gelen yoktu. Tam vazgeçmişken ışık söndü ve tekrar yandı...
     Elindeki bez yere düştü... Birbirlerine ne kadar yakındılar. Aralarında sekiz kattaki onaltı dairenin beyaz yağlı boyalı pirinç tokmaklı tahta kapısından başka bir şey yoktu. Tabi bir de onu izlediği minik delik...Demek geri dönmüştü...
     O kapıya bakıyordu, delikteki kahve göz ise O'na. Duruyordu, eli kapıda zilin sesini duymayı hayal ediyordu. Derken tekrar ışık söndü. Işığı yakarken umutla zilin çalmasını bekledi. Duyduğu ses, zil değil mırıldanmaydı. Sonra kapıya tekrardan baktı ve merdivenlere yöneldi. Kalakalmıştı kapıda. Koşarak cama doğru giderken Tekir'in devirdiği sehpaya takıldı. Tekmeleyerek itekledi, kaçırmaktan korkuyordu. Dönüp bakarsa belki  beni görür diye umut ediyordu. Belki her şey farklı olurdu...
     Çıkması oldukça zaman aldı. Basamaklardan koşarcasına indi. Ve ardına bakmadan uzaklaştı geri dönmekten korkarcasına ardına bakmadan uzaklaştı. Tıpkı daha önce yaptığı gibi...

zil

     Ağır adımlarla basamakları adımlarken, kafasını kaldırıp gökyüzüne doğru baktı. Yıllar onu yıpratırken apartmanı nasıl etkilemediğini düşündü. Kapının önüne geldiğinde sağ tarafındaki zillere dokundu. Kendini çağa uydurabilmek daha doğrusu kaptırmak sanırım böyle bir şeydi. Yenilenen bir yüz, ışıklı ziller buna rağmen dökülen sıvalar ve aynı insanlar...
     Zillerde tanıdık isimler aradı. Kapıdan çıkan gence gülümsedi ama kafasını kaldırmadığı için karşılık bulamadığı tebessümünü de yanına alarak kapı kapanmadan içeri girdi.
     Sağ köşede Tekir'i aradı ama bulamadı. Eskiden çiceklerin süslediği duvarın boşaldığını yerine askeriyedeki gibi resmi bir dille yazılmış kuralları gördü, altına iliştirilen yönetici adının kocaman puntolarını farkettiği gibi. Yan taraftaki panoya göz atarken insanların birbirleriyle burdan haberleştiğini, hatta yöneticiye birbirlerini şikayet ettiklerini gördü. Orwell ütopyasını yazarken gerçek olabileceğini düşünmüş müydü diye geçirdi içinden.
      Asansörü kullanmaktansa merdivenleri tercih etti. Her kat başka hayat demekti. Çıktığı her katla geçmişe biraz da yaklaşmak aslında... Kapıların önünden geçerken duyduğu seslerin kafasında oluşturduklarını geri plana atmaya çalıştı. Beşinci mi yedinci kat mıydı karıştırdı. Hatırlayamadı, bunu farkettiğinde ise utandı. Beşinci kattan ses gelmeyince yediye doğru yöneldi.
     Altıncı kattan sadece iki basamak uzaklaşmıştı ki ışık söndü. Geri dönmek zorunda kaldı. Dikkatli adımlar atarak merdivenlerden indi. Her şey değişmişti tıpkı ışıkla zilin yeri gibi...Bombanın kablosunu kesicekmiş gibi gözlerini kapattı, yüzünü kıstı ve bastı. Bir süre ses gelmeyince gözlerini açtı ve kendini karşılayan ışığa gülümsedi.
     Kendini gören biri olsa ne komik olurdu diye düşündü. Merdivenlere devam etti. Yedinci kata geldiğinde anlamlandıramadığı bir yabancılık duygusu hissetti. Sanki hiç burda olmamıştı. Alt katta yerini öğrendiği sağ taraftaki zile doğru elini uzattı. Çalamadı. Durdu bekledi.  Sonra burda hiç olmaması gerektiğini düşündü ve geri döndü.
     Altıncı kata geldiğinde yine ışık söndü. Cimri yöneticinin işi diye geçirdi içinden şunların sürelerini biraz daha uzatsalar olmaz sanki... Daha önce bastığı düğmeye dokundu. Her yer aydınlandı. Aydınlandı aydınlanmasına da tüm apartman bu kadar yabancıyken burası fazla tanıdık geldi. Halbuki sekiz kattaki onaltı daire gibi beyaz boyalı tahta kapısı, pirinç tokmağı ve küçük bir deliği olan sıradan bi kapıydı. Biraz daha bakındı çevresine. Aslında ışığın sönmesini bekledi. Karanlıkta farkına varmadan zil' e giden parmaklarını ışığa yöneltirken, ne kadar unutkansın diye söylendi. Ve merdivenlere doğru yöneldi...
     Çamaşır suyunun boğazını yakan acımasız kokusundan bir an önce kurtulmak istercesine açtı apartmanın cam kapısını. Kocaman bi nefes aldı üzerine. Aldığı nefes çamaşır suyundan mıydı, yoksa geçen yıllara rağmen yüzleşemediği kendisine dair miydi bilemedi...
     Apartmanın önündeki basamaklardan inerken dönüp tekrar baktı cam kapıya, derin bir nefes daha aldıktan sonra hızlıca indi merdivenlerden ve arkasına bakmadan yolda kayboldu...

4 Nisan 2011 Pazartesi

sığınak

     Uzun zamandır uyumadığımı farkettim gözlerimi açtığımda; gözlerim kapalı yatıyor olmamın uyuyor demek olmadığı zaten aşikardı. Beyaz duvarları görünce kaç odalı olduğunu bilmediğim beyin evim yerine, kendi odamda buldum kendimi. İşin tuhaf tarafı nedense şaşırdım bir de buna...
     Gelen bahara ihanet eden hava, hayattaki belirsizliklerle acemice yarışıyordu.Yataktan kalkmanın ne kadar zor olduğunu düşündüm ve yüzümü diğer tarafa döndüm. Çevirdiğimde gördüğüm duvar değil, çok odalı beyin evime girişin anahtarlarıydı. Ve yapılabilecek en güzel şey hızlı hareket edip, girişi görmemiş gibi davranmaktı. Hız herşeyi kapatabilirdi.
      Evet artık uyanmıştım yani öyle olduğunu sanıyordum. Koridorda ilerlerken mutfağa mı odaya mı daha yakın olduğumun hesaplarını yapıyordum. Gözüm, aklım tek bir şey arıyordu...minik bir bahane...Görmek isteyen gözün arayıp bulabileceğinden...Ayaklarım ise bu kafa karışıklığına ihanet edercesine yıllardır yaptığı, artık düşünmeye bile ihtiyaç duymadığı motor hareketlerini inatla yapıyordu.
     Sonra gözümün değil ama burnumun duymayı isteyebileceği şeyi duyduğunu farkettim. O güzel kokuyu, babannemin sobanın üstünde yaptığı mis gibi kızarmış ekmeklerin kokusunu... sıcacık ve samimi... Yanındaki notu farkettim sonra "Kendini önemsemen gerektiğini unutma. O yüzden bari bugüne kahvaltıyla başla." Yeni demlenmiş çayın taşan sesi kendime getirdi beni. Dalgınlıkla aldığım demliğin elimde oluşturduğu izle hala uyanamadığımın farkına vardım. Çayı bardağa koyarken, demlikteki yansımama baktım. Gülümserken buldum kendimi; küçükkende demliğe yaklaşıp uzaklaşarak şekil değiştiren yüzüme bakıp dururdum.
     Çayımı alıp camın kenarına yaklaştım. İnsanların yetişme telaşlarına, hayatlarına, izleyici olarak dahil oldum. Hepsi hakkında hikayeler  uydururken buldum kendimi. Başkaların hayatlarını yönetmek ne kolaydı. Sonra onlar kısa süreliğine de olsa benim yarattığım şekilde, benim oyuncularım oluvermişti. Ve ne iyi niyetli bir senarist olan ben, hiçbirine kötü rol biçememiştim. Kötü ne diye içimden geçirmeyi unutmadan...
     Kızarmış ekmeklerimle ceketimi alıp balkona çıktım. Atıştıran yağmur damlalarını izlemek için. Karşıdaki müstakil evde oturan tüm gününü örgü örerek geçiren  teyze  ayıplayan gözlerle bakıyordu bana ,tıpkı geçen gün pamuk şeker yerken gördüğündeki gibi...Gözleri her seferindeki gibi ısrarcıydı ama bu sefer ben onlara acemi değildim; onun gibi yanıtladım bakışlarını. Görülmekten ve görülebilir olmaktan  ağır gelen yük onu rahatsız ettiğinden olsa gerek tam da el sallamak için elimi kaldırdığımda yüzüme kabaca inen perdeyle yüzleştim, dünyaya tül perdenin deliklerinden bakmaya devam eden iki kahve gözle birlikte...
     Çayımı yudumlarken yağmur da hızlanmıştı. Yağmurdan kaçan insanları izlemeye başladım. Arayana hikaye boldu. Ne kadar tuhaf yaşamlarımız vardı. Doğa üzerinde, birbirimiz üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır, hatta kurar; güçlü olduğumuzu iddia ederdik. Sonra beklenmedik bir şey olduğunda hemen sığınaklarımıza koşuverirdik. Çocuğun annesine, siyasetçilerin halka ve insanların tentelere koştuğu gibi... Kocaman dalgalarla baş eden insanın minik yağmur damlalarıyla savaşamaması komik gelirdi bana...
     Karşıdaki ağaç ve ben idim yağmura rakip olduğunu iddia eden...Yağmur yağdıkça daha da yeşillendi ağaç. Kendini yeniden yarattı, parıldadı, güzelleşti. Yağmur insanlara hep iyi gelmişti. Kirin, maskelerin bir gün düştüğünün, temizliğin en büyük kanıtıydı...Ağaçla birlikte yağmurla yarışmaktan vazgeçip, yenilenmenin, baharın keyfine vardık...
     Hayatta hep büyük nedenler arıyorduk; adımlar atmak, açıklamalar yapmak için. Büyük nedenlerin büyük açıklamalar yapmamıza yardımcı olacağını düşünüyorduk. Halbuki ne yaman çelişkiydi...Harika nedenlerimizi minicik sineklerle bulandırıyorduk. Belki de sırf bu yüzden bunaltılarımızı da minicik nedenlerle renklerdirmeyi başarmayı öğrenmek lazımdı...
     Tıpkı kızarmış ekmek kokusu gibi, ıslanmadan ıslanan insanları izleyip; balkonun ne güzel bir sığınak olduğunu içimden geçirirken "zarar da görebilirsin ama mutlu da olursun; hayattasın ve kaçışın yok" deyip inatla yüzüme düşen yağmur damlaları gibi...