5 Şubat 2012 Pazar

iç ses

insan kırıklıklarının boyutlarını hesaplayamadan kendiyle yüzleşemiyor. bastırdığı yaşantılarla, hayatındaki gölgelerle yaşamaya devam ediyor.
sabah uyanıyor, günü geçiriyor. akşam eve geliyor. beyninin sesini duymamayı bi türlü başarıyor. taa ki gece yatana kadar.
tek başına kaldığında onunla konuşacak birinin kalmadığını fark eden iç ses, konuşmak için doğru zamanın geldiğini farkedip konuşmaya başlıyor. konuşabildiği ya da daha doğrusu umursanabildiği tek zamanlar bunlar çünkü.
ne kadar naif bi istek aslında.
çoğu zaman sağa ve sola, sonra tekrar sağa ve sola dönerek sesin susturulabileceği düşünülüyor. gözler kapatılıyor. halbuki kulaklarını tıkamanın bile işe yaramadığı bi konuşmada gözlerini kapamak; tahta kılıcın insanları yenebileceğine dair inancın çocuksuluğuyla eşdeğer...
bazılarımız konuşmayı ya da cevaplamamayı seçtiğimiz bu dili ehlileştirmeyi başarabiliyoruz. insanoğlunun en büyük başarısı, başa çıkamadığı şeyleri ehlileştirmesi! zaten.
bu eğitimle istediğimiz zaman konuşma, diğer zamanlarda susma hakkı tanıyoruz. iç sesimize telefon muamelesi yapıp, karar veremediğimiz anda ondan medet umuyoruz.
halbuki yüzleşmediğin her an, yaşantı, kişi limandaki zincir halatın olmaktan öteye gitmiyor. paslanıyor küfleniyor ama aşınmıyor. içten içe kendine zarar veriyor. yeni adımlar atabileceğine dair beslediğin her umutta bi anda beliverip, çocuk edasıyla "cee eee"diyor. napıyorsun köklerine dön de bak. sen bana mecbursun.
yokmuş gibi davrandığımızda aklımızın gerçeğiyle, geçmişin ve anın gerçeği arasında sıkışıp kalıyoruz.
bu yüzden kırıkları süpürmenin zamanının geldiğine gerçekten inandığımızda değişim başlıyor. kırıklıkların bizi var eden şeyler olduğundan emin olabildiğimizde "cee eee" lere cevap verebilir hale geliyoruz sanırım...

not: uzun süredir yazmamanın iyi olduğuna dair inancımı kıran not kendileri:) 
çok önce yazılması gereken, yazmaktan kaçınıldığı için beynin yüklü dehlizlerinde unutulmaya hapsedilmesinin yararlı olduğuna inanılan bi not bu... yazmamı isteyen kişiler elbette önemli ama asıl bi cümle belki de kelimelerin hapsedilemeyeceğine dair inancımı pekiştiren;
"anlamlandıramadığımız haller içindeyiz, hem de ilk defa bu kadar farkındayız"

14 Eylül 2011 Çarşamba

iyi ki varsın...

       
nasıl bi güven duygusu ki bu; hayatı boyunca gerek sistem gerekse dünya tarafından hızlı bir bireyselleşmeye itilen insan, kendinden başka birine umarsızca güvenip, sırtını yaslayabiliyor. ya da senin düşünemediğini düşünerek senin yarım iken bütün olmanı sağlayıveriyor...

gözlerin gördüğünden fazlasını görebilen... inatla ağızdan çıkan "iyiyim ki ben" sözcüklerinin yabancılara yönelik bir maske ama içten içe bir nida olduğunu tek bakışıyla anlatabilen...

bunu diyebilen birini bulmak hem sanıldığından kolay, hem de sanıldığından çok daha zor.. çünkü insanların yüzlerine bakarken odaklanmamız gereken şeyler, ne yazık ki biz farkında olmadan yanlış yönde evrildi.

ve yine biz fark etmeden o kadar uzağa düştük ki, temelde "güven" aramak  çocuksu(!) bi hayal olarak kaldı bazılarının gözünde.. "güven" ise içi  bomboş bi sosyal etki anlayışıyla dolduruldu.

sanırım bugünlerde ikisi de pek bi eş değer...

işte tam da böyle düşünürken, göz göze geldiğinde yüzünden çok başka şeyleri görebildiğini hissediyorsan; aslında birazcık da içine baktığını hissediyorsan ama itiraf edemiyorsan, emin ol yalnız değilsin.. bu tek taraflı olamayacak kadar güzel bir şey çünkü... tam bunu düşünürken meraklı bir göz de o anda tüm çıplaklığıyla içini görebilmesinin heyecanını yaşıyor.

mutlu ol... gözlerine baktığında bunları hissettiğin insan fark etmeden senin hayatının bi yerine çoktan kayıtlandı.

ister sevgili, ister en yakın arkadaş olarak...

16 Ağustos 2011 Salı

ışık

     uzun süredir yeni yazı yazmıyormuşum. ordaki "mış" tam da da türkçe kitaplarında bahsedilen rivayet edilen zamana ait olan ek...

     ve malum bir şey çok kişi tarafından söylenirse kesin doğrudur!

     kaleme dokunduğumda bahaneler uydurup, geri bırakıyorsam, iki cümle yazmaktansa yapabilecek bir çok şey bulabiliyorsam; yanlış zaman demektir.

      yanlış zaman, yanlış an... en azından benim için.

     zaman zaman 2 cümle geçiverir aklımdan, ne kadar inkar etsem de yavaş yavaş farketmeye ve kabullenmeye başladığım gerçek "mükemmeliyetçilik". otokontrol durumda olduğu için zorlanmadan devreye girer.."olmadı en iyisi vazgeç"  tıpkı her seferinde mükemmel diye bir şey yoktur dediği gibi. bu cümleden varmam gereken nokta ikisinin de gerçeği yansıtmadığı gerçeği midir?
      bilemedim...

     neden ararken yazmak için, konuşmak için, bir çok şeye başlamak için, olmuyor dediklerimiz için, çevremizdekiler için... kendinden daha çok düşündüklerin için... bulamadığın ya da bulduğunu sandığın işe yaramayan nedenlerin için; derinlerde başladığın yola daha derinde olduğu farkederek devam ettiğin ve tekrar düşünmek zorunda olduğun gerçeğiyle yüzleştiğinde..aradığın gibi... yeniden ve yine... minik bir ışık, bir ışık daha...

    ışıklara tutunursun, tutunduğun her ışık, kibrit çöpünden; har'lı bir hıdrallez ateşine döndüğünde içinde o çoşkuyu yaşarsın. taa en derinde... bir yandan da biteceği korkusunu taşıyarak içinde...

    hep merak ederim aslında insanlar güzel şeylerin bitebileceğine dair, korkular ya da kaygılar yaşamazlar mı; minicik de olsa kuytuda, pusuda, derinde... 

     gökyüzüne bakıp yalnız mıyım diye düşünür dururdum. ne kadar çok sorguladığıma kızardım bi yandan da... kendimi, çevremi, her şeyi... sonra öğrendim ki yalnız değilim... 

      bir çok insan benzer korkuları yaşarmış.tek farkımız insanlar üçe ayrılırmış;

     ne yazık ki bu gerçeğin farkında olanlar, arada farkına varıp yok sayanlar geri geldiğinde ise başa çıkamayanlar, aslına hiç farkına varmayıp " hepimiz bir toz bulutuyuz " diyenler. toz bulutları... sizi de seviyorum... omo kıvamındaki " farkındalık güzeldir " dedirtiyorsunuz bana.

     neyse sönen ışıkların arkasından, yaşanılan kararsız günlerin ardından, ışığın temelini ve kaynağını öğrenmenin gereğine vardım. temelde olabilecek hataları düzenlemeden ve dolayısıyla düzeltmeden yola devam etmenin gereksizliği ve zorluğundan olsa gerek.

     edindiklerimle yeni bir ışık yarattım kendimce; avucumun içinde tüm nefeslerden, tüm gözlerden sakınıyorum onu...bir gözün nerelere uzanabileceğini gördüm çünkü ben..

    tek istediğim gittikçe parlayan "ışığının" sönmemesi...yavaş yavaş ateşinin azalabileceğini ama körüklendikçe kimsenin onu durduramayacağını öğrenmesi ve farkedilenleri farkedebilir duruma gelmesi...


27 Temmuz 2011 Çarşamba

bahçede


"damla kendini tamamlayınca damlar

günlerin gecelere bağlanışında bir
gecelerin günlere uzanışında iki,
birikmemi tamamlanmaktan korkuyorum şöyle ki:

önce bir şeyler yitiyorum, somut şeyler,
çakmak, tarak, kalem, çanta, para gibi
önemsiz şeyler.
alışkanlığım tükenmiyor
biriktirmeyi sürdürüyorum gene,
biçimler, renkler, şişeler eskiler.
unuttuklarımı saymıyorum çünkü unutmuyorum.
azala azala yitmekten
bir de  bütünlenmekten ötede
hüzünlü bir gecikme içine dalıyorum
yalnız başıma
özel yoluma sapıyorum...
seziyorum,
birileri özenle bana bakıyor.


uykum kaçıyor, ne iyi diyorum,
somut şeyler karışıyor yaşantıma.
elimi kesiyorum, kan akıyor,
gizliden gizliye seviniyorum.
öyle yalanlar saklanıyor ki gözlerime
canım acıyor,
deliriyorum;
seviyorum neden sonra anlıyorlar
acı acı seviniyorum.

gözüme ilişiyor, kulağıma ilişiyor,
görmemezliğe geliyorum,
duymamazlığa geliyorum,
düşünmüyorum, öteye itiyorum
damlamıyorum.
..."

                                                                                     Ö.A

1 Temmuz 2011 Cuma

rüzgar

Bazıları hep konuşmayı seçtiler.Hep anlattılar.
Anlatmak kolay geldi çünkü onlara.
Hep anlatılan zamanlarda, farklı bir insan oluveririm ben. Susarım, farketmeden zırhıma bürünüveririm. İsteyerek yapmam halbuki.
Savunma gibi bir şey sanırım bu.
Korkum ne karşımdakilerin büyük cüsselerinden,
Ne de avuçlarını kaplayabilecek olan kalplerinden...
Korkum zihnin gücünden, unutmazlığından;
En zor güne kadar kapalı tuttuğu ardiyesindeki gereksizliklerden...
O gün yüzleşmeye gücüm yok çünkü.
....
O ardiyenin kapısı açıldığında;
Kırmadan halletmeye çalıştığım her şey, boyumu aşarak geri geliveriyor.
Hem de en beklemediğim anda...
Korunduğum zırhımın içinden çıktığımda, asıl zor olanı görüyorum;
Değişimi algılamak zor değil,
Zor olan  ters yönlere alınan yollar, açılan mesafeler...
Kırmaktan korktuğum için her seferinde tek tek taşımayı tercih ettiğim cam bardakların; içindekilerle birlikte Tek bir esintiyle devrilmesi gibi.
....
Hayat değiştiren, olması istenmeyeni istenir hale getiren;
Bardakları tek bir kıpırtıyla yere seriveren.
Benim dikkate almadığım
Varlığını bile önemsemediğim...
....

Sarıldığım zırhın, büyük yüzleşmelere neden olabileceğini öğreten
Rüzgarın fırtına habercisi olabileceğini gösteren,
Zırhtan çıkma vaktinin geldiğinin haberini veren
Anahtar kelime rüzgar...
                                                                                                                                "mart /2010"

19 Haziran 2011 Pazar

buğu

camın sığınağında otururken, çoğu zaman dışarda; yağmurda ıslananları farketmezdin..
tıpkı beni fark etmediğin gibi...
halbuki ben; gözümü sana dikip, buğulu camdaki yansımandan sana dair fikirler üretirdim.
sınır tanımadığım aklım, her seferinde cesaretlendirirdi beni.
mevsim kıştı bahardı yazdı... mevsim önemli degildi.
yağmur yağardı ve her yağmur sana dair kafamdaki fikirleri değiştirirdi.

sonra bi gün o buğulu camdan sıkılıp, elini cama değdirdin..
örtüyü araladın...aslında sadece baktın...
seni gördüm...
senin de beni gördüğünü hayal ederek...
hayallerin gerçekleşeceğine dair kocaman bi umut besleyerek...
...
umudun gerçekleşebileceğine dair bi öngörü besliyorum şimdi içimde
yavaşça büyütüyorum onu içimde,
senin izin verdiğin kadarını görmek için bekliyorum yağmurun altında...

aslında camdaki buğuyu silmenden başka bişi istemiorum...
şimdilik bana bakan iki buğulu gözle yetinmeyi biliyorum.
tıpkı buğunun gözünde değil, camda olduğunu bildiğim gibi...

3 Haziran 2011 Cuma

fesleğenli kahve

baharın geldiğini nerden anlarız?
havanın ısınmasından mı? anlamsız yağıp sonra peşinden gökkuşağını sürükleyen yağmurdan mı?
ışığını içine alan bünyelerin parıldamalarıyla daha enerjik olmasından mı?

mevsimleri önemsemeden midelerde uçuşan kelebeklerden mi?
güneşin denize dönen yüzünü görmesini bekleyen hafif meltemden mi?
final stresinden ya da yaz planlarından mı?

ya da tüm kış içini ısıtan kahvenin sıcaklığının artık odalara sığmaz olup, sıcaklığını dışarı çıkarmak için yakınmasından mı?


eğer böyle düşünenlerdenseniz, güneş sinyalini verip nöbetini bahar akşamına devrettiğinde (ki izmirde yaşıyorsanız bahar akşamı aynı zamanda yaz akşamı da demektir ve bu şehrin keskin çizgileri hiç olmamıştır.) rüzgar  kendine bir yardımcı seçer etkisini daha kuvvetli, daha hissedilir  kılmak için...

tek baharlık fesleğen…
neyin ne zaman yapılması gerektiğini en iyi bilenlerdendir o. tıpkı mevsimin fesleğen habercisi olduğu gibi.
günün yorgunluğunun çıktığı anlarda minik bir dokunuşa en pahalı kokularla yarışabilecek gizini paylaşıverir sizinle…
an’ı yoğun yaşamanın etkisinden olsa gerek, kısa ömürlüdür. burunda minik çağrışımlar yaparak kaybolma vaktine kadar gizemini anlatır herkese…

bi de yetinmeyi bilmeyenler vardır…
ben gibi…biz gibi..aslında hepimiz gibi...
sevdiklerimizin hep bizimle, yanımızda hissedilebilir olmasını isteyenler…

onlar, bu kokuyu her daim hatırlamak için belki de
içlerinde kocaman bi dilek büyütürler...

hatrının kırk yıla bedel olduğu kahvenin
içine atılan tek dal fesleğenle
kırk yıl değil ama
bi sonraki bahara kadar yetmesi dileğiyle..