28 Şubat 2011 Pazartesi

çelişki

ne güzel
inandıklarını yazabilmek
anlatabilmek kendini..

herkesin en büyük derdi bu değil mi zaten
anlaşılabilmek, anlaşıldıkça daha çok anlaşılabilmek
dünyaya iz bırakabilmek...

her şey güzel de
ya inandıklarımı yazmak yerine
yazdıklarıma inanmaya başlarsam...

hayali bir dünyanın gerçekliğine bağlanıp
düşler kurarsam
olmayan şeyleri var etmeye çalışırsam

belki de en iyisi yaratmanın gücüne inanmak
yarattığım eğer hayal kırıklığıysa
onunla da başa çıkabilmek...

7 Şubat 2011 Pazartesi

anahtar

Bir yol hikayesiydi bu kendimden kaçış belki de. Yola çıkarken bazı kararlar aldım kendimce. Burdayken kendimden uzaklaşamıyordum. Eğer ben hep benleysem, uzaklaşmak da yeterli değildi demek ki. İşte tam da bu yüzden aldım bu kararı.
Öncelikle mevsim kış...O nedenle her yer boş; bunu dile getirmek bile beni tahmin edilemeyecek düzeyde mutlu ediyor. Yazın manasız kalabalığından sonra sadece dinlemek çünkü amacım. Biraz kaplumbağa gibiyim aslında. Kendi dünyama dönme çabası belki benim ki. Bu çabamda sırtımdaki çantayla yaşlı bir kaplumbağanın rolünü üstlendim kendimce. İçindekilerse çoğuna göre gereksiz ayrıntılar. Birkaç başucu kitabı, müzik çalarım, kilitli deri defterim, kalemim ve tabii ki fotograf makinem. Bakmayın böyle dediğime ,usta değilim aslında; kendim çalıp kendim oynamak gibi benimkisi...boş zaman uğraşısı, anlatımı kolaylaştırmak. Dilin anlatamadıklarında göze hitap edebilmek...
Bu yolculuk hiç kolay olmadı aslında çoğu şey için kocaman olan ben; tek başına yolculuk için fazla küçüktüm ailem için. Zaten hiç anlamadım ki kime göre küçüğüm kime göre büyüğüm. Mesela dünya için çok mu küçükken, hayallerim için çok mu büyüğüm?
İlk tepkiler beklemem üzerineydi. Sanırım korktular zarar vermemden, uzun süre benden haber alamamaktan belki. Halbuki fark etmediler yanlarıydan kendime en büyük zararı verdiğimi. Her gören göze karşı anlamsız maskelerle güldüğümü, onları mutlu etmek isterken kendime yabancılaştığımı, yorulduğumu, yaşlandığımı...
Bu sefer kendim için bir şeyler yapmalıyım dedim. Önemsemedim. Sanırım birazcık kırıldılar ama geriye baktığımda, insan tekil mutluluklar istiyorsa çoğul mutsuzluklar yaratıyor öncelikle. Peki çoklu mutsuzluklardan tek kişilik mutluluk yaratmak bencillik değil mi... Her sorunun bir cevabının olmasına gerek yok ki ..Bu seferlik es geçme lüksünü tanıyorum kendime..
Yola çıktığımda asıl soruyu sormayı unuttuğumu farkettim. Rotam neresi? Bu kadar büyük kararı sorgusuz sualsiz alan ben, rota konusunda birazcık muhafazakar davrandım  biraz da elimde olmadan. Çevremden uzaklaşmak isterken bir adım ötede olduklarını bilmek sanırım iyi hissettiriyordu bana. Ne kadar büyüdüğünü söylesen de çocuksun diye geçirdim içimden.
Altı vitesli bisikletim geldi birden aklıma; sonra tekerleklerine taktığım renkli boncuklar..tekerleği çevirdikçe dönen demirlere hayretle bakarken, büyüsüne kapılırdım... Derken yedek tekerlekleriyle bindim önce sonra tek tek çıkan tekerleklere rağmen güvencem hep benimleydi. Babam arkamdaydı; sür korkma arkandayız diyordu. Bir an önce yanlız sürebilmek için çabalarken her seferinde sorardım tutuyorsun, bırakmadın dimi beni? Nasıl bir çelişkiyse yıllardır özgür olmak için herkese, her şeye çaba verirken bir yandan bağımlı olmak için bağlarımızı sıkıştırmayı unutamadık...
Evet rotam belki de bu nedenlerle yakın yerler oldu. Kafamda net olan tek şey ilk yapacağım şeyin tren yolcuğu olmasıydı. Bunu düşünürken düdük sesiyle kendime geldim trenim kalkmak üzereydi hadi dedim yeni başlangıçların zamanı. Kılıf değiştirme zamanı. Tren şehirden uzaklaşırken ben ferahladım, daha rahat nefes alabildiğimi farkettim. Düşen yağmur taneleri yeşili nasıl da harika bir tona bürümüştü. gerçek yeşile ne kadar uzak kaldığımı farkettim çimen yeşili diye gösterilen kazağı hatırladım. Doğadan uzaklaştıkça doğaya özlemin artması böyle bir şeydi sanırım. Deniz mavisi, portakal rengi, güneşin batışındaki kızıllık... En son hangimiz bu renkleri gerçekten gördük acaba? Yoksa çoğunu boya kartelalarından mı öğrendik tarih kitaplarındaki savaşlar gibi?
Yolcuğum devam ettikçe treni neden sevdiğimi farkettim. Otobüsler, arabalar yollar üzerine yapılır bu nedenle de kalabalıktır halbuki raylar farklıdır; günde belki tek bir trene yoldaşlık eder, onun dışında yalnızdır. Aslında farklı bir hayat çizgisine sahiptir. Bir bakarsınız elinde sopasıyla bir çoban koyunlarını toparlamak için koşuşturur demirin iki çizginin ortasında, ya da çocuklar için oyun parkıdır. Hemzemin geçitler trene inen engel olduğu gibi hayatlarına engeldir insanların...
İnsanların bile olmadığı bir çok istasyonu geçtikten sonra ilk rotamda indim. "Ödemiş" Beş dakika içerisinde kendimi pazarın karmaşasının içinde buldum. Tüm gün dolandım gözleme yapan kadınları izledim. Bu mevsimde harika kokulu domatesler bulabilmenin yüzüme yansımasıyla çocuk parkında kırmızı domateslerle gözleme yerken buldum kendimi. El işlerinin satıldığı pazara daldım halbuki hep kaçardım burdan. Kadınları izledim her oyanın ne kadar emek olduğunu ne kadar onları yansıttığını düşündüm. Sonra bastıran yağmurla havanın karardığını görünce ara sokaklara vurdum kendimi. Bu sokağın sonu arnavut kaldırımı olmalıydı diye hatırlamaya çalıştım. Hala aynı olduğunu görmenin şaşkınlığıyla düzenli çalışmayan belediyelere karşı sevinç besledim içimde. Yağmurdan evlerine kaçanları izlerken, deli gibi bana baktıklarını gördüm yağmura rağmen neden böyle yavaşça yürüdüğümü anlamaya çalışıyorlardı sanırım. Halbuki basitti ben onların kaçtıkları şeye buraya, sokaklarında oynadığım, gece gündüz çiceklerinden topladığım tohumlarla savaştığım günlere geri dönmek istiyordum.
Arnavut kaldırımın bittiği yoldan sağa saptım. Beş dakika yürüdükten sonra kafamı kaldırdım  iki katlı heybetli evin önünde küçücük olduğum zamanları hatırladım. Çantamı kurcaladım, anahtarları buldum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde bayramlar geldi gözümün önüne, merdivenlerin karşında elini uzatıp öpmemizi bekleyen anneannem ve mutfaktan gelen enfes patatesli köfteyle pilav kokusu... Bu ev hep böyle soğuk muydu diye düşündüm. Binaları sıcak yapan şey eşyalar değil insanlardı. Buna rağmen dekorasyon çılgınlığının olması ne kadar komikti... Odaları tek tek gezdim, koltukların üstündeki beyaz çarşafları kaldırdım. Çerçevelerin tozlarını sildim. Çocukluk ve mezuniyet fotograflarımızı gördüm. Ne kadar da severdi anneannem torunlarıyla övünmeyi nerelerde olduklarıını söylemeyi...
Dolabı açtım lavanta kokusunun yerini alan rutubet ve nem kokusuyla yüzleştim. Her şeye rağmen tanıdık huzuru bulmak nasıl da güzeldi.
Kumruların sesleriyle açtım gözlerimi. Çocukken ne söylediklerini anlamak için ne kadar da çok uğraşırdım. Her şeye anlam yüklemeye çalışırmışım halbuki ne boş uğraşmış. Hemen toparlandım ve yola çıktım  garaja giderken fırına uğrayıp taban gevreğiyle, tulum peyniri aldım. Gevreğin çıkmasını beklerken fırındaki çırakla sohbet ettik. Burdan değilsiniz galiba dedi. Şansımı zorlamadım evet dışardanım diye geçiştirdim. Fırından çıkan sıcacık gevreğim, peynirim ve ben şimdi eski bir minibüsle yola çıkmıştık. Keşke çay olsa diye geçirsem de içimden yetinmeyi bilip gevreğimden kocaman bir ısırık aldım.  Cebimdeki halkadaki ilk anahtar geride kalmıştı ve önümde daha üç tane vardı...
Dağ yolundan Kuşadası'na giden bu arabanın, insanların unuttuğu köylerden geçme gibi değişik bir güzergahı tercihi vardı. Çok dikkatli olmak gerekirdi bu yolda her an önünüze bir şeyler fırlayabilir uçan tavuklar görebilirdiniz. Bense köy kahvelerini izlerdim hep bu yolda. Erkeklerin tüm gün bu kapalı mekanlarda neler yaptığını düşünürdüm... Aştığımız dağların ardından gözüken denizle, geldik dedim içimden. Şehir merkezine giden kavşakta indim ve sokaklarını arşınlamaya başladım. Yanlız da değildim,  köpekler yolculuğum boyunca refakat etme inceliğini esirgemediler benden.  Tarihi kapıdan geçip çarşıya girdiğimde tadilat için bile erken olduğunu düşünen kepenkler karşıladı beni. Bomboş sokakta yürürken, insanların yürüdüğünü hayal etmeye çalıştım. Ana caddeye indikten sonra kaleye doğru yürüdüm. Kaleyi izleyerek çayımı içtim. Dolmuşların az olduğunu hatırlatan muavini dinleyerek durağa yürüdüm. Uzun bekleyişten sonra bindiğim dolmuşla çocukluğuma daha da yaklaştığımı hissettim.
Dolmuştan indiğimde, eve gitmeden kumsala  doğru yürüdüm; eski şezlongları kaldırmamışlardı. Güneşin batmasını beklerken düşündüm yaşadıklarımı, sıkıldığım  o uzun yaz tatillerini, belki de bu şezlongda ayı izleyişimi... Güneşin batmasıyla rüzgar içimi titretti ve eve doğru ilerledim. Eskimiş hamak ve kirlenmiş limon sarısı teyze evi karşıladı beni. Kapının iki yanındaki papatyalar inatla baharın güzel yüzünü bekliyordu ilk çiçeğini vermek için. Salıncağın nasıl paslandığını gördüm. Sallanarak uyuduğum günleri hatırladım. Evi gezmeye başladım. Üst kata çıktığımda kuzenimle kaldığımız odanın kapısındaki boy çentikleriyle karşılaştım. Parmak uçlarında boyunu uzun göstermeye çalışan iki kız çocuğu geldi gözümün önüne... Bir şeyler yedikten sonra siteyi turlamak için dışarı çıktım. Kışları yarı dolu olan havuzun yanına yaklaştım; kurbağalar yine keyifteydi. Çocuk parkının boyalarını nasıl da eskimiş... Birlikte sallandığımız insanlar nerede diye düşündüm. Rüzgardan çok düşüncelerim titretti içimi bisikletle birkaç tur attıktan sonra eve geri döndüm. Şöminenin ateşine bakarken buraya dair düşüncelerimin nasıl değiştiğine şaşırdım...
Yine minik bir dolmuştayım bu sefer ki yolum minik bir balıkçı kasabası ."Urla" çocukluğum diğer tatil mekanı. Kalamarı, dil balığı, çim çim'i, deniz kokusu. Denizden ayrılıp yeni denize yaklaştıkça genizimdeki ateşin arttığının farkına vardım. Düşününce sırt çantasıyla yola çıkma kararından beri benimleydi bu ateş; vazgeçme bu sefer olmaz diyordu. Dolmuş Güzelbahçe'de deniz kenarında ilerlerken camı açtım,  yağan yağmurla birlikte temiz havayı içime çektim. Yanımdaki teyze söz ucuyla kınar bir bakış attı bana aldırmadım. Öndeki yaşlı amca üşüdüğünü dile getirdiğinde mecburen kapattım camı.
Pazar yerine gelince indim dolmuştan. Deniz kenarına çıktım. Denize taş atarken nasıl düştüğüm yerdeydim. Hala o gün ki gibiydi yengeç doluydu.  Yürüdüm. Tipik bir balıkçı kasabasıydı ve her yer boştu... Çevrenin ne kadar değiştiğini izledim. Değişmeyen tek şey balık restoranlarının kapısındaki ısrarcı kedilerdi. İttim kapıyı balon balığı karşıladı beni; şişmek için fazla gecikmişsin diye düşündüm. Balık çorbasının siparişini verdim hemen. Nasıl da özlemiştim bu tadı. Çocukluğumun lezzetiydi hepsi. İlk kez görmüşcesine balık haritasını inceledim sonsuz bir dikkatle...
Sokağa çıktığımda ana caddeden ayrılan yola sağıp rüzgarlı tepeye doğru ilerledim. Bu ismi elbette ben takmıştım. O kadar soğuk olurdu ki akşam uğultudan uyuyamazdım. Okuduğum kitaptan etkilenip adını böyle koyuvermiştim, çocukluk işte. Tepenin üstündeki bahçeli evin kapısından girdim. Kapının yanındaki kocaman kayısı ağacı yapraklarını dökse de asilliğinden pek de bir şey kaybetmemişti. Anahtarlığı elime aldım kapıyı açtım. Halamın evinin kapıları yine bana açıktı. Yolun insanı nasıl yorabildiğiyle o gün yüzleştim ben. Gözlerimin ufaldığını ve sonra açıldığını hatırlıyorum gerisi ise tamamen huzurlu bir uyku.
Sabah erkenden sırt çantamı topladım ve rüzgarlı tepeden aşağı indim. Çocukluğumdaki gibi rüzgarla yarışırcasına hemde; koşarak. Ana caddede dolmuşa bindiğimde şöföre para uzatmak için elimi cebime attığımda anahtarlık geldi elime. Kalan tek anahtar rotamı anlatıyordu bana. 45 dakika sonra trafik hoşgeldin dercesine artmıştı.
Şimdi asansördeyim ve son anahtara bakıp düşünüyorum ne oldu şimdi geriye ne kaldı diye. Kafamı kaldırıp aynaya baktığımda ayna fısıldayıveriyor cevabı bana. Arama yanıtını uzakta, bana bak içine bak cevap hep orda... Yüzümün rengi ne kadar zamandır böyleydi acaba...
Son anahtarla kapıyı açtım ve kendimi koltuğuma attım. Çantamın iç gözünde sakladığım üç zarfı çıkardım halkadaki üç anahtarı çıkarıp zarfların içine birer mektupla birlikte koydum.
"Her şey için çok teşekkür ederim bu süreçte bana karşı anlayışlı davranıp bana evlerinizi açtınız. Yola çıktığımda dört anahtar vardı elimde. Bu anahtarlar dört hayat demekti benim için. Yeni uğraşlar arıyordum belki de bilmeme rağmen kendimden kaçıyordum. Her anahtar hayatımın farklı bir dönemiydi; yaşadıklarımın ve ben'in farkına varmama yardımcı oldu. Anahtarların amacı kapılar açmaktır. Sizin anahtarınız benim yolumu aydınlattı bakınca geriye kalan tek bir anahtar var o da benim. Bu yüzden artık anahtarlar sahiplerine kavuşmalı."

su damlası

Camdan akan su damlası...çizdiği belirsiz yolu takip ediyorum merakla. Kendimi hatırlatıyor belki bana. Çünkü bende belirsiz bir yoldayım...
Sıradan bir liseydi aslında; o lisenin iki öğrencisiydik bizde hayalleri birbirinden oldukça farklı... Belki  sadece şehirler aynı. Sonra o büyük sınav günü geldi. Beklediğin gibi değildi pek sonuçların. Tercih yapmak istemiyor dedikoduları aldı yürüdü ortalığı. Tercihlerimi teslim etmeye gittiğimde, sırada gördüm sonra seni. Orada görmek nedense mutlu etti beni. Halbuki pek de hoşlanmazdık birbirimizden.Yanına gelip selam verdiğimde yaptık işte bir şeyler deyip geçiştirdin. Zorlamadım seni...Bu  kadar zamanda gördüğüm, öğrendiğim tek şey bundan nefret ettiğin. Bunu en çok bilenlerden biriyken, bu hatayı yapmam ne büyük çelişki...
Okul açıldığı gün ne kadar yabancıydın çevreye; burda olmamalıyım der gibi bakıyordun herkese, her şeye... Seni yalnız bırakmak istememiştim. Her seferinde seninle daha çok uğraşıyor, erkek çocuğu gibi kısacık kestirdiğin saçlarını mıncıklıyordum. Sense bana vururken yalnız bırak beni diye haykırıyordun. Halbuki gözlerin bundan ne kadar çok korktuğunu anlatıyordu.
Günler geçtikçe, çevreye okula alışmaya başladın.Yüzünün renginin değişimini gördüm. Birlikte geçirdiğimiz zamanlar azaldıkça mutluluğun artmaktaydı sanki. İkinci yılımızdaydık, sen anlamsız bir mutluluk içindeydin. Uzaklaştım sonra senden, çevrenden. Seni başkalarından dinledim, çok da önemsemiyormuş gibi numara yaparak...
Önemsemiyor gibi davranıp, senin hakkında bilgi topluyordum. Arkadaşımdın, önem veriyordum sana. Bir gün ilişkin olduğunu öğrendim. Nasıl mutlu oldum bilemezsin, haketmiştin diye düşündüm. Örtmeye çalışmak böyle bir şeymiş ben o gün öğrendim. Ertesi gün okula giderken bankta gördüm sizi. Gözlerinin parıldamasını gördüm. Beni görmemen için koşmaya çalışırken ayaklarımın nasıl kitlendiğini, yalpaladığımı gördüm. Beni görsen söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. Kaçmayı, uzaklaşmayı tercih ettim belki de bu yüzden... Eve geldiğimde sırt çantamı kaptım ve geride bir not bıraktım. "birkaç gün uzaklaşıyorum beni merak etmeyin." Bu birkaç gün iki haftaya yakın sürecekti. Okuldakiler merak etmeye başlamışlardı. Sanırım bu arada sen de beni merak edip sormuşsun. Sonra okula döndüm. Beni görünce koşarak yanıma geldin, merak ettim nerdeydin dedin. Ben seni birkaç cümleyle geçiştirdiğimde hayal kırıklığıyla baktın gözlerime...
Üçüncü seneye geldiğimizde ise olabildiğine az karşılaşıyorduk. Gruplarımız, seçmeli derslerimiz farklıydı. Erasmus öğrenci listesinde adını gördüğümde şaşırdım. Kazanmıştın ve ikinci dönem gidiyordun. Ağzımdaki tat bildikti, adı da... Adını bilemedim, belki de bilmek istemedim. Sadece hatırladım. Seni bankta gördüğüm gün ki gibi... Acımtrak ve ekşi...
Birkaç gün sonra karşılaştığımızda gidiyormuşsun dedim. Evet dedin, bazen gitmek iyidir. Halbuki mutlu gözükmüyordun. Sonradan öğrendim erkek arkadaşınla yaşadıklarını, ne kadar yıprandığını. Neden bilmiyorum ilk defa tekrardan yanında olmayı istedim. Okşadığım, uğraştığım saçlarının beline kadar geldiğini o gün farkettim. Aradan geçen zamanı, kaybettiklerimi gördüm. Sonra gidinceye kadar hep birlikteydik; her an, her dakika...tıpkı eskisi gibi...nasıl da özlemiştim o günleri.
Uçağa binerken seni ben uğurlamıştım. Aileni istemedin havaalanına, ağlarım bahane uydur dedin. Bana hep güvenirlerdi. Valizlerini alırken, babana aldığım gibi getireceğim merak etmeyin dedim. Arabada nasıl da ağladın... taa ki burnun kıpkırmızı olana kadar...Pasaport kontrolünden geçerken arkana dönüp baktın bana. Gitmesen olmaz mı diye geçirdim içimden... Dudaklarım ise ne kadar güzel zaman geçireceğinden bahsetti durdu. Sonra ama sen yoksun deyiverdin. O an seni yalnız bırakmamaya söz verdim.
Almanya'dayken de konuşmaya devam ettik. Oraya da alıştın bir süre sonra. Daha az konuşmaya başladık. Daha sonra mesajlarla yetinmeye başladım. Güzel haberlerinle, fotograflarınla...Sonra...Sonra Ece girdi hayatıma...
Anlatmak için gelmeni bekledim. Hoş olmazdı böyle anlatmak. Geldiğinde havaalanında karşıladım seni. Tıpkı söz verdiğim gibi teslim ettim babana. Hala havaalanındaki boynuma atlayışını unutamam... Bu arada bir türlü Ece'yi anlatamadım sana. Sürekli birlikteydik ama hep kalabalıktı çevremiz. Sen gördüklerini anlatmaya o kadar koyulmuştun ki sıra bana bir türlü gelmiyordu. Her seferinde bana dönüp iyi ki varsın beni yalnız bırakmadın deyip elimi tutuyordun. Birisi sana bu kadar güzel şeyler söylerken yapılabilecek en zor şey ona hayatımda biri var demektir. Bende yapamadım, söyleyemedim sana. Zaten Ece'de burda değildi nasıl olsa gelinceye kadar anlatırım diye düşündüm. Her geçen gün daha da zorlaşıyordu, ben farkında değildim. Sonra senle konuşmak istiyorum diyen mesajın geldi. Bağırıyordun bana. Neden bana söylemedin diye. Sonunda duymuştun. Birileri benim sana bunu söylemem için gereken zamanı bize tanıyamamıştı. Anlatmaya çalıştım. Kendimce anlattım da ama dinlemediğinden o kadar emindim ki... Neden şimdi dedin bir an..tam da.. Ne dedin diye sordum yok bir şey dedin çektin gittin.
Sonra..sonrası malum gene tanımıyormuş gibi davranmaya başladın. Sorduğumda da geçiştiriyordun, yok bir şey diyordun. Bu arada Ece geri dönmüştü ve bendeki değişikliği sorguluyordu. Çevreden duyduklarıyla birlikte büyük bir kavga ettik. Sen farkında değilsin diye haykırdı bana. Zaten bir tek sen farkında değilsin. Çabaladım, o burda yokken herşey ne kadar güzeldi. Ama olmadı bak, ben buna dayanamam. Bu ilişkide arada kalan ben değilim, sensin. Sen kendinle aranda sıkışmışsın. Önce kendini tanı bence, her gün kendinden kaçmayı bırakırsın belki böylece..."
Aradan geçen hafta boyunca düşündüm. Ayrıldığımızı duymuş beni teselli etmeye çalışmıştın hala kızgın olmana rağmen. Derken boynuna sarılmıştım bir gün. Ne kadar duygusal oldun sen böyle diye dalga geçmiştin benimle. Halbuki ne kadar da şaşırmıştın. Bir süre araya mesafe koydun, hastayken eve geldiğin güne kadar.
Annem misafirle ilgilenirken yemeği ben götürürüm demiştin. Hayatımda yediğim en lezzetli yemekti sanırım. Bütün istediklerimi yaptırmıştım sana. Limon, karabiber, çok sıcak, şimdide çok soğuk...Hiç ağzını açmadın. Hastalığına dua et dedin sadece. Kaşık ağzıma yaklaşırken, seni seviyorum deyiverdim. Çorbayı bitir getirim dedin. Bense yüzüne bakıyordum. Anlık bir sessizlikle kaseyi sehpaya bıraktın, ben artık gitmeliyim dedin. Evden çıkarken anneme yine gelirim dedin, halbuki gelmeyeceğini ikimizde biliyorduk. 
Okula geldiğimde ilk işim seni bulmak olmuştu. Niye gelmedin dedim; hasta değildin ki notları da benden çektirirsin diye geçiştirdin. Arkadaşlarımızın yanında aynıydın ama yalnız kalmamak için çaba gösterir gibiydin. En sonunda bir gün not alma bahanesiyle evinize gittim. Kapıyı baban açtı evden çıkmak üzere olduklarını ama senin evde olduğunu söyledi. Tam sana sesleneceklerdi ki rahatsız etmeyin ben çıkarım dedim. Annenler evden çıktığında ben kapıyı nasıl çalacağımın ve sana ne söyleyeceğimin hesabını yapıyordum. Her seferinde vazgeçiyordum. Sonra mutfağa inip çay yaptım, senin en sevdiğindi. Kapıyı çaldım, gel anne dedin. Aralıktan fincanları gösterip misafire yer var mı diye sordum. Sessizlikte ne diyeceğini düşündün, zoraki sevinç kattığın sesinle gel tabi dedin. Okuldan konuştuktan sonra sence de artık konuşmamız gerekmiyor mu diye başladım söze. Ne konuşucaz ki dedin. Aslında sen hep böyleydin var olan şeylere bozulur sonra yokmuş gibi davranırdın. Anlatmaya başladım herşeyi. Sessizce dinledin. Ne diyeceğini bilemedin. Seni zorlamak istemedim defterimi aldım ve evden ayrıldım. Bu arada mezuniyet yaklaşıyordu ve biz konudan hiç bahsetmiyorduk. Kimle geleceksin diye soranlara adayım yok ki sende yalnızsan seninle giderim diyordun. Halbuki sen de biliyordun kimse olmadığını...

O gün kapınızda arabayı park ederken kalbim yerinden çıkabilirdi. Kapıyı çaldım ve yine baban açtı kapıyı. Henüz hazır olmadığını söylediğinde içerde muhabbete başlamıştık bile. Ne de çabuk büyüdüğümüzden bahsedip üzerine kadınlar hakkında küçük  dedikoduyla devam etti konuşmasına. Okulun bittiğinden bahsedip biri olup olmadığını öğrenmek için ağzımı aradı. Telaşla ağzımdan yok diye çıkıverdi. Ben şaşkınlıkla ne dediğimi düşünürken, baban ne de güzel olmuş benim kızım deyiverdi. Arkama döndüm ve seni gördüm... Ağzımdan çıkabilen tek şey ne güzel olmuşsundu. Bakıyordum sana, sen ise gülümsüyordun. Baban hatırlatmasa sanırım geç kalırdık. Elini mi tutayım, koluna mi gireyim bilemedim. Yolu gösterebildim sadece sana, sanki kaç yıllık evini bilmiyormuşsun gibi...Arabaya bindiğimizde iyi misin diye sordun. Ben niye sorduğunu anlayamamıştım ama iyiyim dedim. Arabadan indiğimizde koluma girdin. Hadi bakalım eğlence başlasın dedin. Beni nasıl da biliyordun... Bütün gece eğlendik. Farklıydın o akşam, kafamı ne zaman çevirsem göz göze geliyorduk. Gece bittiğinde daha doğrusu günün ilk ışıklarıyla seni eve bırakırken, eve gitmesek olmaz mı dedin. Deniz kenarına gitsek mesela çay içsek... Olur dedim. Arabayı park ettik ve çaylarımızı söyledik. Korkularını, okuldan sonraya dair hayallerini anlattın. Sonra omzuna yatabilir miyim dedin ve cevabımı beklemeden uyumaya başladın. Uzun süre seni izledim. Bu yüze ne kadar zamandır bakıyorum diye düşündüm. Ne kadar zamandır aşığım...Hatırlayamadım. Sonra uyuyakalmışım. Sesini duydum; burnumun dibindeki gevrek kokusuyla gözümü açtım. Günaydın uykucu uyan artık dedin. Arabada kahvaltı yaptıktan sonra eve bıraktım seni. Yanağıma kondurduğun öpücükten sonra teşekkür ederim dedin. Sarıldın. Her şey için diye ekledin. Salakça sırıtmak neymiş o gün öğrendim ben arkandan bakarken...
Okuldaki grup tatil planı yapmıştı. Gidelim mi diye aradın beni. Olur dedim. Ben sana hiç hayır diyemedim ki. Otobüse binerken kolumdan tutup çektin yol arkadaşım benim diye. Yol boyunca konuştuk, uyuduk. Fazlasıyla rahattın, rahatlığın sayesinde bende rahattım.
Akşam otele dönerken hadi çay içelim diye tutturdun. Gruptan ayrılıp limanda yürümeye başladık. Bir an durduk önüme geçtin elimi tuttun ve yürümeye başladın. O an sımsıkı tuttuğum eli bırakmamaya söz verdim kendime...
Milat o tatildi bizim için. İkimizde harika vakit geçiriyorduk. Mutluyduk. Sonbaharda iş başvurularına başladık. Ben burda iş bulabilmiştim, sen bir türlü istediğin gibi bir şey bulamıyordun. İstanbul' a gitmek istediğini söyledin. Biz ne olacağız dediğimde ben seni seviyorum, ayrılmamız gerekmiyor dedin. Başvurularını yaptın ve iki ay sonra cevap geldi. İşe başladın. Benimse aklım hep sendeydi, sürekli arıyordum, üç haftada bir yanına geliyordum. Başta hoşuna giden bu ayrıntılar bir süre sonra canını sıkmaya başladı. Bir gün sen bana güvenmiyorsun dedin. "Zorluyorsun beni. Ben seni bu kadar severken, kırılıyorum...İçimdekileri tüketiyorum. Birbirimizi o kadar iyi tanıyoruz ki, birbirimiz gibi olmaya başladık. Bu da bize önemsediğimiz ayrıntıları göstermez oldu. Daha sağlıklı devam edebilmek için, birbirimiz için önemimizi hatırlayabilmek için belki de en iyisi ara vermek...Bu süreçte tabii ki görüşelim, konuşalım ama arkadaş gibi."
Tamam dedim, senin için böyle iyiyse böyle olsun. Ben sana hiç hayır diyemedim ki...Otobüsüme uğurladın beni. İnince haber ver diye ekledin. Halbuki aradığımda ne konuşacağımı bilememiştim. Sonra ki görüşmelerde de aynı sorunu yaşadım hep. Seni görmek beni mutlu ederken, arkadaşlık oyununu oynamak ne de can acıtıcıydı...
Aradan üç ay geçti...Ve ben yan koltuğunda bir demet papatyayla eski bir otobüsteyim. Sana geliyorum. Bir su damlası insana bunları yazdırabilir mi diye düşünebilirsin... Bir su damlası insanı geçmişiyle yüzleştirir, pişmanlıklarını açığa çıkarır, hayatın farkına vardırır. Yolları bağlar, yan koltuktaki papatyayı büyütür. İki kıtayı birbirine bağlar; tıpkı beni sana bağladığı gibi...

4 Şubat 2011 Cuma

modern masallar

iki kelimeydi bağlamaya yeten insanı tıpkı ayırmaya yettiği gibi..

Bir maille başladı her şey. Yazar alımları başlıyor. Gözleri parıldadı uzun zamandır tam da beklediği fırsattı.Uzun yaz günleri ancak böyle bir uğraşıyla geçerdi.
Hemen başvurusunu yaptı ve bir kaç yorum girdi. Büyük bir heyecanla haber beklemeye başladı. Her gün yaptığı ilk işti bilgisayarına bakmak. 2 gün sonra "yazar olarak kabul edildiniz yorumlarınızı bekliyoruz" mailini gördü. Çekingenlikle gezindi parmakları tanıdık olan klavyede. Kendini tanımadığı ortama girmiş yapayalnız  biri gibi hissetti. Korkarak ilk yorumunu girdi ve gönderdi. Beklemeye başladı; insanların ne düşündüklerine çok önem verirdi. Derken bir mesaj geldi. "hoşgeldin yeni üye; acemilik kolay atılır merak etme noktalama işaretlerine dikkat et" diye. Panikle neler yazdığını gözden geçirdi, hızlıca düzeltti. Aradan geçen günlerle çekingenliği azaldı ve yorumlara devam etti. Sevdiği, hoşuna giden şeylere yorum yapıyor, sözlükte inanılmaz zaman geçiriyordu. Derken ilk mesajını aldığı kişiden mesajlar gelmeye başladı. Ortak zevkleri üzerine, zamansız uzun konuşmalar başladı böylece. İnsanın tanımadığı birine kendini özgürce anlatabilmesinin hazzına vardılar. Birbirlerini sorgulamadılar oldukları gibi kabul ettiler. Soru sormadılar; geçmişle, başkalarının onlara yüklediği yönlendirmelerden her şeyden uzak olarak yaşadılar. Kendilerine verdikleri isimleri vardı sadece o kadar. İnşa ettikleri yapay dünyalarıyla, kendi öz gerçeklerinin farkına varmanın keyfi içindeydiler. 
Aralarında bir şeyler olduğunun ikisi de farkındaydılar ama bunlar söze dökülmemeliydi. Çünkü dile gelmek korkutucuydu; düşünmek bireysel bir şeyken, dile gelenler karşılıklı kabul gerektirirdi. Kabulsüzlüğe ikisinin de dayanacak gücü yoktu. Farkında oldukları ama dile getiremedikleri sözleşme gibiydi aralarındaki gizlilik.
Güzel günlerden bir gün, M. daha fazla tutamadı içindekileri, halbuki teknoloji soslu inşayı baltalamak gibiydi bu. Neler hissettiği anlattı korkarak, çekinerek karşılık bulamamanın korkusundan çok kaybetmenin korkusunu içinde yaşayarak. Tepkisiz kaldı Y. tepkisizlik en büyük tepki gibi geldi M ye. Farkettirmedi ama kırıldı içten içe. Bi parça da rahatladı birine, hemde içini bu kadar iyi bildiği birine içini boşaltmanın tarifsiz rahatlığını yaşadı. Aradan geçen bir kaç gün hiç konuşmadılar. Y. ne diyeceğini bilemedi. M. onunla konuşmak istemediğini düşündü. Çabalamadılar, dile gelmesinden korktukları şey, ortaya açıkça  dökülmüş ve  bu onları fazlasıyla rahatsız etmişti. M. pişman oldu, konuşmanın en başında birbirlerine verdikleri sözü bozduğunu hissetti. Son bir mail atarak, adresini ve sayfasını kapattı.
Y. eve geldiğinde telaşla açtı bilgisayarı. Aralarındaki anlamsız oyuna son verme kararı almıştı ki maili gördü.  "Oyuna son vermek sanırım benim görevim olmalı. Gizlilik ilkesini bozdum ama pişman değilim belki hissettiklerimi sana söylemeseydim her şey daha güzel olurdu. Ama o zaman sana ihanet etmiş olurdum. Sana yalan söylemek en son istediğim şeydi. Yapamadım. O yüzden belki de en güzeli burda sonlandırmak. Geçirdiğimiz zaman için çok teşekkür ederim. İlk defa kendimi rahatlıkla ortaya koydum. Kendine iyi bak..." Y. şok olmuştu. Ona hissettiklerini anlatamadan bitmişti. Ulaşmanın yollarını aradı, bulamadı. İlk defa o an, gerçeklik denizi dedikleri şeyin ne kadar büyük bir belirsizlik olduğunu farketti. Onun hakkında o kadar çok şey bilirken hiçbir şey bilmemenin acısını hissetti içinde. Bir parça da suçladı onu. Bu kadar çabuk mu vazgeçebildi düşüncelerinden dedi. Her gün umutla bir mesaj bekledi ama gelen yoktu.

Sabah gözlerini açtığında bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun hışmına uğramış, işe geç kalmıştı. İnatla bilgisayarını açtı. Gönderdiği cevapsız maillere bir cevapsız mail daha ekledi umutla. Sonra koşarak evden çıktı. Bu havada taksi bulmak yapılabilecek en zor işti. Otobüs durağına yürüdü. Taksilerin durmadığı gibi onu baştan aşağı ıslatmalarına saydırdı içinden. Durağa yaklaşırken kalkan otobüsü gördü yetişmek için koşarken dosyasını suyun içine düşürdü, lanet etti yağmura, durmayan taksiye, şöföre, hatta M' ye bile; yanlız bıraktığını  düşündü hemde ona en çok ihtiyacı olan zamanda. Kafasını kaldırdı, otobüsü zaten kaçırmıştı bir de üstüne heba olan dosyası onu kendine getirdi. Yanında duran otobüsün farkına vardı. Hemen koştu yetişme çabasıyla o arada birinin ona otobüse binmek için omuz atmasıyla  sarsıldı. Ne kadar kaba biri diye acımasız bakışlar atmak için döndü, omuz sahibi kişiye. Yağmurda ıslanıp sırılsıklam olan kedilerin hüzünlü gözlerini gördü derin bakışlarda. Tabi bide elindeki kırık şemsiyeyi. O da yağmura lanet edenlerden diye düşündü. Panikle otobüse atıldı, ağzını açmadı yol verdi. Bazı zamanlarda centilmenlik beklemek hayalden başka bir şey olmuyordu. Otobüse bindi ikiside; kırık şemsiyeli cam kenarına geçti. Yanındaki boş koltuğa da ıslak dosyayısıyla oturdu. Y. mendil aradı çantasında; hiçbir zaman düzenli olmadığını yüzüne vurdu çantası. Bulamayınca koluyla çamurları temizlemeye çalıştı aceleyle. O arada kırık şemsiyenin yere düşmesi kendine getirdi cam kenarı yolcusunu. Yanında oturan kıza baktı göz ucuyla burnundan su damlıyordu. Sonra çamurları silmek için harcadığı çabayı izlemeye başladı kendini alamayarak. Cebindeki mendili hatırladı. Tam vermeyi planlarken ıslanmış olduğunu hatırladı. Vazgeçti. Bazı zamanlarda kendimize karşı fazla kontrollü oluruz ya bu da öyle zamanlardan biriydi. Derken durağa yaklaşmalarıyla birlikte cam kenarı yolcusu izin istedi kalkmak için.
Akşama doğum günü kutlamak için bara gittiler. Mehmet yine gecikmişti, arkadaşlarının dırdırına ve internet  tutkunluğuna edecekleri laflar için kendisini hazırlamaya başladı. İçlerinden biri konuştuğun kız nasıl diye soruverdi. Apansızca, aniden. İnsanlar böyle diye içinden geçirdi Mehmet; yutkunamadı uzun zamandır yok saymaya çalıştığı gerçekle yüzleşti. Olmadı ya boş verin ,boş hayaller dünyası benimki diye geçiştirdi. Gruptan başka biri internetten aşk olunmayacağını söylemiştik biz sana dedi. Tanıştırıcaktık seni Yağmur'la neyse geç değil bu akşam tanışırsınız artık diye zorladı onu. Diğeri ise o da tam senin kafadan net ortamları çok sever diye anlatmaya koyuldu. Mehmet ise bir an önce gitmek için planlar yapıyordu. Sıkıntıyla etrafına bakınırken tanıdık bir yüz gördü. Aslında minik bi fotograf karesi. Bugün çamurlu dosyasıyla kavga eden kız değil mi o diye düşünürken arkadaşı koluna girdi hadi dercesine. Mehmet bir anda kendini kocaman bir grubun içinde buldu. Çoğunu tanıyordu iş arkadaşlarıydı. Aralarında tek birini tanımıyordu, onun da sırtı dönüktü gruba; galiba telefonla konuşuyordu. Mehmet önemsemedi, yüzünü de tam göremiyordu zaten. Bugün kırık şemsiyesiyle işe geldiğindeki komik halinden bahsetmeye başladılar. Mehmet kızardı , çocukluğundan beri en sevmediği özelliğiydi bu. Gözlerini kaçırmaya çalıştı. Kafasını kaldırdığında kendine ışıldayarak bakan yanlız değilsin diyen gözleri gördü. Yüzü aydınlanıverdi. Derken gruptan biri konuşmaya başladı 
"Siz tanışmamıştınız sanırım. Mehmet bu da okuldan arkadaşım Yağmur..."